Kur’an İrfanının Tasavvufa Dönüşmesi
İslam dini bir anda ortaya çıkmış ve kimsenin duymadığı, bilmediği bir din değildir.
Âdem (as)’dan, Muhammed (as)’a kadar gelen bütün insanlığa gönderilen tek dindir.
İnsan toplulukları içerisinde Allah’ın gönderdiği bu vahyi bozmaya çalışanlar ve dahi bozanlar hep olmuş ve öyle görünüyor ki olmaya da devam edecekler.
Oysa Allah, Maide Sûresinin 3. Ayetinde ‘Bugün dininizi sizin için tamamladım, nimetlerimin tamamını size bahşettim ve sizin için din olarak İslâm’ı uygun gördüm.’ Demekte, ve bunun yanında Hac Sûresi 78’de; ‘Peygamberin size şahit olması, sizin de insanlara şahit olmanız için, Allah gerek daha önce gelmiş kitaplarda, gerekse Kur’ân’da, size Müslümanlar adını verdi.’ diyerek aslında noktayı koymuş. Fakat buna rağmen ‘Allah’ım bu bana yetmiyor, beni daha çok sına, beni daha çok zorla’ diyenler hep oldu ve bu durum Allah’ın gönderdiği vahyi değiştirmeye kadar gitti. (Şeriatleri; bozdular, değiştirdiler veya kaldırdılar.)
Bu durum sürekli tekrarlandı. Yahudilerde ki cumartesi yasağı, iç yağlar ve Bakara Sûresinde geçen inek meselesi buna örnek verilebilir.
Daha açık bir ifade ile insanlar Allah’ın gönderdiği vahye müdahalelerde bulunarak kendince YENİLEMEL yaparak topluma sundu. Allah’ta insanların bu yaptığı YENİLEMEYE karşılık olarak vahyini sürekli YİNELEDİ. Yani tekrarladı.
İnsanlar ‘ben bunu beğenmedim yenisini istiyorum’ dedikçe Allah ‘sizin için din olarak İslâm’ı uygun gördüm’ dedi. Ve buna daha da açıklık getirerek Şura Sûresi 13’de; “Daha önce Nuh’a buyurduğu dini size yasa olarak belirledik. Sana vahyettiğimiz gibi İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya da öğütledik: “Bu dini doğru tutun ve onda ayrılığa düşmeyin.” Fakat kendilerini çağırdığın şey, ortak koşanlara ağır gelmektedir. ALLAH dileyeni kendine seçer ve kendisine yöneleni doğruya ulaştırır.” buyuruyor…
Neden mi?
Çünkü Allah yaratılmışlar gibi dar çerçeveden ya da işine gelen yerden bakmaz. Parçayı değil bütünü görür ve dolayısıyla doğru olan işi yapar. Deneme yanılma yoluna gitmez, buna gerek duymaz. Çünkü el- Âlim olandır O.
Ama insanlar buna uymuş mu? Ne yazık ki hayır, bildiği yoldan gitmeye yani bozmaya devam etmiş.
İnsanların bozduğu şeyler nedir diye Kur’an’a baktığımızda KAVRAMLAR konusu hemen göze çarpıyor.
Kur’an kavramları o kadar önemli ve hassas ki en ufak bir dokunuş dahi bozulmasına yetiyor. Fakat bu bozulma sadece müdahale edileni değil, kavramların tümünü etkiliyor.
Domino taşı gibi düşünün, birbirini iterek gider. En baştaki bir düştü mü ‘en doğru’ bir anda ‘en yanlış’ oluverir. Bu da insanın hayatını alt üst eder. Mesela, İlah kavramı üzerinden bir örnek verecek olursak;
Allah’ın ne olduğunu ne yaptığını ne yapmayacağını ne istediğini ne söylediğini karıştırdık.
Ne olduğunu anlamayınca: şefaatçiler atadık.
Ne yaptığı ve ne yapmadığını anlamayınca: kaderi karıştırdık.
Ne istediğini anlamayınca: Cihat’ı karıştırdık.
Ne söylediğini anlamayınca: vahiy, hadis ve sünneti karıştırdık.
İşte önemli tek bir kavram ile hayat alt üst oluyor görüyoruz.
Asıl konumuza dönecek olursak,
Yukarıda değindiğimiz üzere, mensubu oldukları dinin bazı unsurlarına ağırlık veren kişilere her topluma rastlanır. Bunlar genellikle arzu ve tutkularından sıyrılma eğilimi taşıyan kişilerdir. Bu kişiler ilgilerini belli bir nokta üzerinde yoğunlaştırarak yaşamaya çalışırlar. Bu durum bu kişilerde zamanla iç kapanıklık, toplumdan uzaklaşmak, dünyayla ilişkiyi azaltma gibi sonuçlara yol açar.
Bu durum batıda Asetizm olarak ifade edilir. Bizde ki karşılığı ise Zühd’tür.
Bu durum zamanla evrilerek, duyular ötesi dediğimiz âlem yani GAYB alemi ile ilişkisi olanlar şeklini almış.
Bunun da batıdaki ismi Mistisizm’dir. Bu durumun bizdeki tam karşılığı da genel bilindik adıyla Tasavvuf’tur.
Tasavvuf her ne kadar sahabeye hatta Resulullah (as.)’a dayandırılsa da bu doğru değildir ve günümüzdeki şeklinin temelleri h. 200’lerin sonlarına doğru atılıyor.
Ve bir hareket olarak ortaya çıkan tasavvuf zamanla gelişerek ve farklı kültürlerden aldığı unsurlarla birleşerek başlı başına bir inanç ve yaşantı sistemi haline geliyor.
Tarihi süreçte oluşumu ve gelişimine girmeden önce tasavvuf için yapılan tanımlara bakmak yol gösterici olacaktır.
- Tasavvufa “Tanrı’nın varlığını, birliğini, niteliğini ve evrenin oluşumunu varlık birliğiyle, yaratılanla yaratanın bir oluşu, aynı kaynaktan gelişi anlayışıyla açıklayan dinsel ve felsefi akım, İslam gizemciliği” demişler.
- Tasavvuf ya da Sufilik (Arapça: صُوفِية Sufiyye) (Farsça: تصوف tasavvuf) (Farsça: صوفیگری sūfīgarī), İslam’ın iç veya mistik yüzü olarak tarif edilir.
- “peygamberlerin, evliyâ ve asfıyânın yolu” dediği sûf giyme âdetinden hareketle sûfî kelimesini bu kökten sayar.
- Theosophy terimi Grekçe’de “tanrı” anlamına gelen “theos” sözcüğü ile “bilgi,bilgelik” anlamına gelen “sophos” (sofia) sözcüğü birleştirilerek türetilmiştir.
Tanımlara baktığımızda ve kavramın Müslümanlar içerinde yer edinme tarihi göz önünde bulundurduğumuzda Yunancadan gelme ihtimali yüksek duruyor.
Tasavvuf ehli kimseler her ne kadar kendilerini yaşam tarzı olarak Resulullah as. ve ashaba dayandırsa da öyle olmadığı gayet ortadadır. Ve bunu birazdan vereceğimiz örneklerle de göstereceğiz.
Resulullah as. döneminde aslında bu günkü tasavvufçuların kendilerine örnek aldıkları ve dedikleri şekilde yaşayan insanla var, fakat gelin bakalım bunlar kimmiş.
Hadid, 27: “Sonra bunların izinden art arda peygamberlerimizi gönderdik. Meryem oğlu İsa’yı da arkalarından gönderdik, ona İncil’i verdik; ona uyanların kalplerine şefkat ve merhamet vermiştik. Uydurdukları ruhbanlığa gelince, onu biz yazmadık. Fakat kendileri Allah rızasını kazanmak için yaptılar. Ama buna da gereği gibi uymadılar. Biz de onlardan iman edenlere mükâfatlarını verdik. İçlerinden çoğu da yoldan çıkmışlardır.
Kendilerini ZAHİD olarak tanımlayanlar aslında farkında olmadan Allah’ın emretmediği bir şekilde yaşam sürdürmekteler. Çünkü zahitliğin Kur’an’daki tam karşılığı ne yazık ki Ruhbanlıktır ve açıkça ortadadır ki Ruhbanlık Allah’ın uygun görmediği bir yaşam tarzıdır.
Ama ne yazık ki bugün ZAHİD gibi yaşamıyorsan “imanın zayıf, hatta imanın yok gibi” tanıtılıyorsun.
Peki, Allah kitabında insanlar bir yaşam tarzından bahsetmemiş mi ki böyle bir savrulma ve dayatma ortaya çıktı. Haşa elbette ki Allah bu noktada insanı ortada bırakmadı.
Gelin Allah’ın öğütlediği yaşam tarzı neymiş beraber bakalım.
Müminun Suresi, 2-3-4-5;
الَّذِينَ هُمْ فِي صَلَاتِهِمْ خَاشِعُونَ Onlar yakarışlarında derin bir saygı içinde olurlar.
وَالَّذِينَ هُمْ عَنِ اللَّغْوِ مُعْرِضُونَ Boş şeylerden kaçınırlar.
وَالَّذِينَ هُمْ لِلزَّكَاةِ فَاعِلُونَ Zekât için çalışırlar.
وَالَّذِينَ هُمْ لِفُرُوجِهِمْ حَافِظُونَ Edep yerlerini ve çevresini özenle korurlar.
Der ve devam eder…
لَا تَجْعَلْ مَعَ اللَّهِ إِلَٰهًا آخَرَ فَتَقْعُدَ مَذْمُومًا مَخْذُولًا (İsra 17/22)
Allah’ın yanında bir başka ilah (tanrı) oluşturma; yoksa yerilmiş ve tek başına bırakılmış olarak oturup kalırsın.
وَقَضَىٰ رَبُّكَ أَلَّا تَعْبُدُوا إِلَّا إِيَّاهُ وَبِالْوَالِدَيْنِ إِحْسَانًا ۚ إِمَّا يَبْلُغَنَّ عِنْدَكَ الْكِبَرَ أَحَدُهُمَا أَوْ كِلَاهُمَا فَلَا تَقُلْ لَهُمَا أُفٍّ وَلَا تَنْهَرْهُمَا وَقُلْ لَهُمَا قَوْلًا كَرِيمًا (İsra 17/23)
Rabbin kararını vermiştir; O’ndan başkasına kulluk etmeyeceksiniz ve anaya babaya iyilikte bulunacaksınız! Onlardan biri ya da ikisi yanında ihtiyarlayacak olursa onlara “Of!” bile deme ve ilgisiz davranma! İkisine de saygı dolu sözler söyle.
وَاخْفِضْ لَهُمَا جَنَاحَ الذُّلِّ مِنَ الرَّحْمَةِ وَقُلْ رَبِّ ارْحَمْهُمَا كَمَا رَبَّيَانِي صَغِيرًا (İsra 17/24)
Onları merhamet kanatlarının altına al. De ki “Rabbim! Küçükken onlar beni nasıl büyütüp yetiştirdilerse Sen de onlara o şekilde iyilik ve ikramda bulun.”
وَآتِ ذَا الْقُرْبَىٰ حَقَّهُ وَالْمِسْكِينَ وَابْنَ السَّبِيلِ وَلَا تُبَذِّرْ تَبْذِيرًا (İsra 17/26)
Yakınlarına, yoksullara ve yolda kalanlara hakkını ver ama saçıp savurma.
وَلَا تَجْعَلْ يَدَكَ مَغْلُولَةً إِلَىٰ عُنُقِكَ وَلَا تَبْسُطْهَا كُلَّ الْبَسْطِ فَتَقْعُدَ مَلُومًا مَحْسُورًا (İsra 17/29)
Ne eli sıkı ol ne de onu büsbütün aç. Yoksa hem dillere düşmüş hem de açıkta bırakılmış olarak oturur kalırsın.
وَلَا تَقْتُلُوا أَوْلَادَكُمْ خَشْيَةَ إِمْلَاقٍ ۖ نَحْنُ نَرْزُقُهُمْ وَإِيَّاكُمْ ۚ إِنَّ قَتْلَهُمْ كَانَ خِطْئًا كَبِيرًا (İsra 17/31)
Yoksulluk korkusuyla evladınızı öldürmeyin. Onların rızkını da sizin rızkınızı da biz veririz. Onları öldürmek büyük bir yanlıştır.
وَلَا تَقْرَبُوا الزِّنَا ۖ إِنَّهُ كَانَ فَاحِشَةً وَسَاءَ سَبِيلًا (İsra 17/32)
Zinaya yaklaşmayın. Çünkü o, çirkin bir iş ve kötü bir yoldur.
وَلَا تَقْتُلُوا النَّفْسَ الَّتِي حَرَّمَ اللَّهُ إِلَّا بِالْحَقِّ ۗ وَمَنْ قُتِلَ مَظْلُومًا فَقَدْ جَعَلْنَا لِوَلِيِّهِ سُلْطَانًا فَلَا يُسْرِفْ فِي الْقَتْلِ ۖ إِنَّهُ كَانَ مَنْصُورًا (İsra 17/33)
Allah’ın dokunulmaz kıldığı canı öldürmeyin; haklı sebeple olursa başka. Kim haksız yere öldürülürse onun en yakınına (velisine) yetki vermişizdir. O da katili öldürme işinde aşırıya kaçmasın çünkü o yardım görmüştür.
وَلَا تَقْرَبُوا مَالَ الْيَتِيمِ إِلَّا بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ حَتَّىٰ يَبْلُغَ أَشُدَّهُ ۚ وَأَوْفُوا بِالْعَهْدِ ۖ إِنَّ الْعَهْدَ كَانَ مَسْئُولًا (İsra 17/34)
Güçlü haline ulaşıncaya kadar yetimin malına el sürmeyin; daha iyi bir sebeple olursa başka. Bir de verdiğiniz sözü yerine getirin. Çünkü verilen söz sorumluluk doğurur.
وَأَوْفُوا الْكَيْلَ إِذَا كِلْتُمْ وَزِنُوا بِالْقِسْطَاسِ الْمُسْتَقِيمِ ۚ ذَٰلِكَ خَيْرٌ وَأَحْسَنُ تَأْوِيلًا (İsra 17/35)
Ölçerken tam ölçün ve doğru tartıyla tartın. Böylesi hem hayırlıdır hem de sonu daha güzel olur.
وَلَا تَقْفُ مَا لَيْسَ لَكَ بِهِ عِلْمٌ ۚ إِنَّ السَّمْعَ وَالْبَصَرَ وَالْفُؤَادَ كُلُّ أُولَٰئِكَ كَانَ عَنْهُ مَسْئُولًا (İsra 17/36)
Bilgi sahibi olmadığın bir konuda konuşma. Sende olan dinleme, görme (basiret) ve gönül özellikleri ondan sorumlu tutulmanı gerektirir.
وَلَا تَمْشِ فِي الْأَرْضِ مَرَحًا ۖ إِنَّكَ لَنْ تَخْرِقَ الْأَرْضَ وَلَنْ تَبْلُغَ الْجِبَالَ طُولًا (İsra 17/37)
Yeryüzünde şımarık şımarık yürüme. Çünkü ne yeri yarabilirsin ne de dağların boyuna ulaşabilirsin.
لِلْفُقَرَاءِ الَّذِينَ أُحْصِرُوا فِي سَبِيلِ اللَّهِ لَا يَسْتَطِيعُونَ ضَرْبًا فِي الْأَرْضِ يَحْسَبُهُمُ الْجَاهِلُ أَغْنِيَاءَ مِنَ التَّعَفُّفِ تَعْرِفُهُمْ بِسِيمَاهُمْ لَا يَسْأَلُونَ النَّاسَ إِلْحَافًا ۗ وَمَا تُنْفِقُوا مِنْ خَيْرٍ فَإِنَّ اللَّهَ بِهِ عَلِيمٌ (Bakara 2/273)
İnfak edilenler, Allah yolunda kapanıp kalmış, yeryüzünde dolaşamaz olmuş yoksullar içindir. İffet ve onurları yüzünden, cahiller bunları, zengin kişiler sanır. Sen onları yüzlerinden tanırsın. Yüzsüzlük ve yırtıklık ederek, insanlardan bir şey istemezler. Nimet ve imkândan infak ettiğiniz her şeyi, Allah çok iyi bilmektedir.
وَإِذَا سَمِعُوا مَا أُنْزِلَ إِلَى الرَّسُولِ تَرَىٰ أَعْيُنَهُمْ تَفِيضُ مِنَ الدَّمْعِ مِمَّا عَرَفُوا مِنَ الْحَقِّ ۖ يَقُولُونَ رَبَّنَا آمَنَّا فَاكْتُبْنَا مَعَ الشَّاهِدِينَ (Maide 5/83)
Resule indirileni dinlediklerinde farkına vardıkları gerçekten dolayı gözlerinin yaşla dolup taştığını görürsün. Şöyle derler: “Ey Rabbimiz, iman ettik. Artık bizi de gerçeğin tanıklarıyla birlikte kaydet.”
***
Ve daha nice başka ayetlerle insanı şekillendirir. Aslında Kur’an’ın tümü bir hayattan, yaşam şeklinden bahseder. Çünkü Kur’an bir hayat kitabıdır.
Bütün bu uyarılara, öğütlere rağmen ilk İslam neslinden tutun günümüze kadar dini hassasiyet adı altında dini noktada sivrilenler olmuştur.
Resulullah as. döneminde de bir gurup sahabenin bu konuda abartıya kaçtıkları hakkına rivayetler biliyoruz. Örneğin:
Sahabe içerisinde bazıları gündüzleri hep oruçlu olmak, çokça namaz kılmak, evli oldukları halde bekar hayatı yaşamak gibi kararlar alırlar. Bu alınan kararlar başta Resulullah as. tarafından hoş karşılanmaz ve bu şahıslar engellenir. Selma’nı Farisi’nin Ebu Derda’ya yaptığı uyarı ve nasihatler Resulullah as. tarafından da onaylanır. “Rabbinin senin üzerinde hakkı vardır, nefsinin senin üzerinde hakkı vardır, ailenin senin üzerinde hakkı vardır. O halde sende her hak sahibine hakkını ver.”
Yine; Osman bin Maz’un gecelerini namaz kılmak, gündüzlerini de oruç tutmakla geçirirdi. Bu husus Resulullah as. efendimize haber verildi. Ona buyurdu ki:
– Ben senin için güzel bir örnek değil miyim?
Osman bin Maz’ûn suâl etti:
– Anam-babam sana fedâ olsun! Bu soruyu niçin sordunuz?
– Devamlı olarak gündüzlerini oruçla, gecelerini de namazla geçiriyormuşsun.
– Öyle yapıyorum.
– Gözlerinin, senin üzerinde hakkı vardır. Bedeninin hakkı var, âilenin hakkı var. Namaz kıl, fakat aynı zamanda yat ve uyu. Oruç tut, ancak bazen de tutma. Ey Osman! Allah Teâlâ beni ruhbanlıkla değil, tatbiki kolay bir din ile gönderdi.
Diyerek dengeli bir hayat sürdürülmesi gerektiğini öğütlüyor.
Buraya kadar dediklerimizden insanın sadece yakıt tankı diyebileceğimiz bedenine yönelik şeylerden bahsettiniz diyenler olabilir. Onun için işin maneviyat tarafına da cevap vermemiz gerekiyor.
Evet, ‘Kur’an hayat kitabıdır’ dedik, ‘hayatı inşa eder’ dedik, hayatın Allah ile olan boyutu yani maneviyatı boş mu bırakıyor? Asla…
Kur’an’da ARF kökünden gelen TANIMA kavramı vardır…
Bu kavram aslında İRFAN diye bildiğimiz şeydir. Derin tefekkür ile elde edilen sonuç. Hazır olan bilgi ile karıştırılmamalı.
Bir gün Resulullah as. gece kalkmış namaz kılarken Hz. Aişe onun ağladığını görüyor. Ve kendisine “ya Resulallah senin bütün günahların bağışlanmamış mı, neden kendini bu kadar yoruyorsun” dediğinde Resulullah as. “Şükreden bir kul olmayayım mı ey Aişe” diye cevap veriyor.
İşte bu hareket Kur’an İrfan’ının ayağa kaldırılmasıdır. Yani tevbe etmek için illa günah işlemiş olmaya, şükretmek için de sebep aramaya gerek yok…
Maksat Allah ile insan arasındaki bağı diri tutmaktır. Ama bir denge ile…
İrfan insanın duygusunu, düşüncesini, sezgisini, hayallerini Kur’an ile inşa etmesidir. Kur’an ile inşa olmadı mı ortaya büyük bir girdap çıkar, çünkü sonradan çıkıp kendilerine İRFAN ehli diyen bid’at ehli ekoller hayalleri ilmin bir boyutu sayar ve sonu gelmez hayaller kurarlar. Onun için Kur’an insanı inşa ederken aynı zamanda frenlemeyi de öğretiyor ve frenliyor…
yani;
Allah’ı tanı ama ilahlaşma diyor.
İnsanı tanı onu aşağılama diyor.
İnsanın şubeler halinde yaratılması ırkçılık yapmaları ve diğer ırklara karşı koz olarak kullanmak için değil, hakikat arayışında rekabet yapasınız diye.
Aslında Kur’an İRFANI bir hayat tarzını hayata geçirin diyor.
Ne yazık ki duygu ve düşünceleri Kur’an ile tanıyıp tanımlayamadığınızda ortaya ‘ENEL HAK, BU ALLAHTANDIR, BU BANA YAZDIRILDI, DEĞİŞTİRMEK İSTEDİM AMA MÜSAADE EDİLMEDİ’ gibi sapkın düşünceler ortaya çıkıyor…
Sahabe içerisinde bu anlamda ARİF diyebileceğimiz insanlar bulunmaktaydı. Kimleri örnek verebiliriz diye baktığımızda Ebu Bekir, Ömer, Ali, Ebu Zer, Abdullah ibni Mes’ut, Selman-ı Farisi, Süheyl bin Rumi hemen göze çarpanlar oluyor.
Bu şahılar gerçekten de Resulullah’ın ASHABIM dediği ve ferasetleri ile çok şeyler başarmış şahsiyetlerdir.
Selman’ın savaşlarda taktikleri sonucu elde ettikleri,
Ömer’in devlet yönetmesi,
Ali’nin çıkarımları,
Ebu Zer’in duruşu ve daha nicelerinin ortaya koydukları birer feraset ve Kur’an ile inşa olmanın örnekleridir.
Fakat bütün bunlara rağmen Resulullah as. ın tasvip etmediği söz konusu davranışlar onun vefatından sonra tekrar oluşuyor.
Bu durumu tetikleyen şeylerin ne olduğuna baktığımızda karşımıza Müslümanların içerisine girdikleri yeni şartlar çıkıyor. Siyasi, ekonomik, ideolojik açıdan meydana gelen baş döndürücü değişiklikler ZÜHD eğilimli kişileri etkileyerek bir köşeye çekilmelerine sebep oluyor. Böylelikle özellikle siyasi hayatın açtığı olumsuzluklardan kaçmayı tercih edenler içe kapanmayı tercih ederek bir nevi inziva gibi bir hayatı tercih ediyorlar.
Fakat dikkat edilmesi gereken husus şu ki bu tutum Resulullah as’ın ashabım dediği ve özel eğitiminden geçen kişilerin yaptığı bir eylem değil. Fakat daha sonraları oluşturulan ve hatta genişletilen ashap tanımı sebebiyle sanki bütün ashap böyle bir eylemi gerçekleştiriyor gibi bir algı oluşturuldu.
Açıklık getirmemiz gereken bir diğer husus bu çıkan zühd hareketinin kişisel bir durum olmaktan çıkıp TASAVVUFA yani ayrı bir inanç şekline dönüşmesi tabi ki sadece buna bağlanamaz. Daha sonra Müslümanların Kur’an’dan uzak kaldıkları dönemlerde boşluğa düşmüşken karşılaştıkları akımlara sarılmaları ve bu akımları daha sonraki dönemlerde inanca dönüştürmeleri ile tasavvuf dediğimiz şeyi oluşturdu.
Hicri 1. ve 2. yy
1. ve 2. yy’da sahabe içerisinde bir kesimin başlattığı ve taraftar bulduğu zühd anlayışı ya da hareketi mensuplarını sadece ahiret hesabına yoğunlaşmaya iter ve cehennem korkusu bunların kafalarını en çok meşgul eden konu olur.
Kuvvetli günah şuuru, kalplerde hâkim olan Allah korkusu ve ortama hâkim olan haksızlıklar karşısında “dünyadan yüz çevirme” eğilimi zamanla bir disiplin haline gelir.
Fakat bu yukarıda da değindiğimiz gibi herkeste olan bir tutum değildir. Sesini yükselten çok önemli şahsiyetler de bu dönemde yaşamakta ve bu şahsiyetler dönemin iktidarının ahlak dışı tutumlarına seslerini o kadar yükseltmişler ki bir kısmı bedelini canları ile ödemişler. Bunlara;
Hasan el-Basri, İmam Zeyd, Muhammed Nefsi Zekiye, İmam-ı Azam ve ibn Mesus’un talebesi Alkame’yi örnek verebiliriz. Tabi bu kesim içerisinde sadece gayri siyasi şahsiyetler yok. Ömer bin Abdulaziz ve 2. Muaviye gibi çok değerli şahsiyetler de var ve bunları İslam toplumuna katkıları kesinlikle göz ardı edilecek türden değildir.
Hasan Basri’nin kaleme aldığı Kader Risalesi ile dönemin iktidarının cahiliye kader düşüncesini tekrar canlandırmasına engel oluşu dillere destan bir harekettir.
Yine İmam Azamın zulme ve haksızlığa onay vermeyerek dik duruşu takdire şayandır. Ve daha nice örnekler verilebilir.
Konumuza tekrar dönecek olursak her ne kadar gerek bu gün, gerek kendilerine tasavvuf ehli diyen önceki nesiller hali hazırda inanç olarak gördükleri ve kabul ettikleri şeyleri 1. ve 2. yy’da yaşayan nesillere atfetseler de bu dönemde;
SUFİ ismi halen ortaya çıkmamış.
Naslarla çizilmiş sınırlar bu dönemde aşılmamış ve aşmaya yönelik farklı yorumlar yapılmamış. Zahir-Batın ayrımı, fena, beka, şeyh, marifet, keşf, mürid, tarikat, veli, keramet, kutup, ŞEFAAT (şefaat yetkisi tümüyle Allah’tadır), istimdad gibi kavramlara halen rastlanmamış.
Bu dönemin temel karakteri kişisel ibadetlere ağırlık veren sosyal hayata olan ilişkileri asgariye indirmiş tutum ve davranışlardır.
Bunun yanında not olarak alınması gerekilen bir ayrıntı hicri 190’lı yıllarda Cabir ibn Hayyan isimli İranlı şahıs SUFİ ismini ilk kullanan kişi olarak karşımıza çıkıyor. Bu da küçükte olsa bir ayrışmanın başladığını gösterir.
Hicri 3. yy
Hicri 3. yy her ne kadar Tasavvufun kendi meşruluğu için delil getirmeye çalıştığı yy olsa da yaptığı girişim yersizdir. Bu dönemde yaşayan ve toplumca tasavvuf ehli bilinen önemli şahsiyetler tasavvufçu değil Kur’an’ın emrettiği İRFAN çizgisinde olan şahıslardır.
Bunlara Haris el Muhasibi, Bişri hafi ve Cuneyd-i Bağdadi örnek verilebilir. Bu kuşak mistisizm’den etkilenmemiş. Bunlar için tasavvuf öncesi son kuşak diyebiliriz. Bu kuşağı tasavvuf kuşağından ayıran başlıca özellik Kur’an’dan besleniyor olmalarıdır.
Yine Haris el Muhasibi’ye baktığımız zaman yazdığı eserlerle özellikle akla verdiği değer direk göze çarpıyor. Öyle ki bu bağlamda akıl risalesi diye bir eser kaleme alıyor. Oysaki tasavvuf aklı kötüler ve aşağılar.
Ne yazık ki bu nesilden sonra düşman olan tasavvuf ve kelamın barıştığını ve dahi kardeş olduğunu görüyoruz. Ve asıl kırılma burada başlıyor. Sanıldığı gibi tasavvuf değil TASAVVUFLAR doğuyor. (İran, Mısır, Yunan çıkışlı tasavvuflar)
Yine Haris el Muhasibi’nin akıl Kur’an’dır, Kur’an akıldır sözü kendisinin duruşunun ne olduğu konusuna önemli bir örnektir.
Aynı şekilde Cüneydi Bağdadinin “fakr senin hiçbir şeye sahip olmaman demek değildir, sen dünyalara sahip olsan da sahip olduğun hiçbir şeyin sana sahip olmasına izin vermemendir” sözü Cüneydin Kur’an’ın emrettiği İRFAN ile hareket ettiğini gösterir.
h. 3. Asırda yaşayan irfan ehli değimiz şahıslar; “insan konuşmalı, konuşmalı ki içindekini bilelim” derken bu düşünce hicri 3. Asrın sonlarında “susmak erdemdir” e dönüyor. Tarikatlarda ise “sen sus biz senin içindekileri biliyoruz” a dönüşüyor. Bu da savrulma için yeterli bir örnek olsa gerek.
Ve gün geliyor Haris el muhasibi gibi kişiler kendi dönemlerinde ve kendilerinden hemen sonraki dönemde kendilerine sufi ve rivayetçi diyen kişilerce kabul görmez hale geliyor. Öldüğü zaman cenazesi ortada kalıyor ve nihayetinde 4 kişi tarafından götürülüp sessizce defnediliyor.
Gerek Cüneyd gerekse Muhasibi gibi ve daha başkalarının direnişine rağmen İslami olmayan birçok ritüel tasavvuf adıyla islama sokuşturuluyor. Bunlar sırasıyla bayezid-i Bestami, hallacı Mansur ve ibn Arabi eli ile gerçekleşiyor. Uzunca bir süre bu şahıslar ve öğretileri İslam dışı sayılıyor fakat Gazaliye geldiğimizde işin rengi değişiyor ve bu akım tasavvuftan sayılıyor ve İslam’ın bir parçası kabul edilir oluyor. 3. yy sonlarına kadar İslam ehlisünnet, Mutezile ve Selefi mezheplerinden ibaret sayılmış. Bunların harici hiçbir akım İslam’dan sayılmamış.
Bunların İslam’dan sayılmama sebebine Bayezid Bestami üzerinden vereceğimiz örnek yeterli neden olacaktır.
Allah beni bir defa yükseltti, önüne oturttu ve şöyle dedi: ey ebu yezid yarattıklarım seni görmeyi arzuluyorlar, bunun üzerine ben dedim ki; beni Vahdaniyetle donat ve Senin benlik elbiseni bana giydir ve beni Ehadiyetine yükselt, ta ki, yarattıkların beni gördüklerinde diyebilsinler: sen O’sun ve Sen’i gördük…
Hak’kı hak’la gördüm ve hak da hak’la birlikte oldum. Ne nefes, ne dil, ne kulak nede başka bir şey vardı, ne zaman ki Allah bana kendi nurundan göz verdi o zaman onu kendi nuruyla gördüm, kendisiyle gördüm, kendisiyle görüştüm: “seninle benim halim nasıldır?” diye sordum, bana “ben seninle senim, senden başka Allah yok” dedi…
Evet, Müslümanların karşı çıktığı şey buydu ve ne yazık ki İslam oldu daha doğrusu İslam bu diye bilindi, tanıtıldı.
2. yy da Allah sevgisi olarak başlayan düşünce 3. yy sonlarına doğru “ilahi aşk” denilen sisteme dönüyor. Allah’ı çok sevmek, sadece onu sevmek anlayışı bir yerde Resulü’de arka plana atar hale geliyor. Çünkü bu anlayışa göre sevilebilecek tek varlık Allah’tır, O sevilmeli ki O’na varılabilinsin ve O’ndan gerçek bilgi alınabilinsin.
Tasavvufun sistemleşmesi konusuna da bu dönemde rastlıyoruz. Zu’n-nun el Mısri kendinden önceki irfan, zahid ve sufilerin düşüncelerini birleştirerek geliştirir ve halkın anlayacağı şekle sokar. Düşüncenin en büyük iddiasını Allah’a ait bilginin anca Vecd yoluyla elde edilebileceği inancı oluşturur. (Vecd: ruhun dünyevi gerçeklikten kurtulduğu kendinden geçme ve coşkunluk hali)
Bu düşünce uzunca bir zaman her ne kadar Zındıklık olarak görülse de ortalığın yatışması ile bu düşünce kabul görür hale geliyor ve Mısri’de İslam’ın büyük âlimlerinden, önderlerinden biri kabul ediliyor.
Hicri 4. yy geldiğimizde bu döneme damgasını vuran ve dahi tek başına bir ekol haile gelen, toplumca tasavvufçu bilinen ama gerçekte bir Karmati casusu olan Hallacı Mansur’u görüyoruz. Her nereye gidiyorsa o toplumun özelliklerini birebir kopyalayıp uygulayabilen başarılı bir casus. Genelde insanlar onun Vecde gelerek sarf ettiği “enel hak” sözünden dolayı idam edildiğini sanır, oysa durum hiçte öyle değil. Casusluk yaptığı anlaşılınca yakalanır dokuz yıl mahkûm edilir. Mahkumiyeti bittikten sonra evinde bulunan belgeler ve casusluk yaptığına dair deliller bulunması üzerine idamına karar verilir.
Bu yy da tasavvuf esasları olarak öne çıkan başlıca özellikler;
- Keramet
- Allah ile münasebette kul gibi değil, hür insan gibi olmak,
- Sadece hakka yönelerek halkı hiçe saymak,
- İsraf ve aşırılık hariç geri kalan her şeyin mubah sayılması,
- Hulul inancı,
- Allah’ı görmek inancı,
- İnsanın mutlak günahsız olabilmesi iddiası,
- Başta Kur’an’da geçen Ruh ve daha birçok konuda ayetlerde aşırı tevile gitmek.
- Allah’ın dünya idaresini kutuplara bıraktığı iddiası.
Bu dönemlerde yaşayan ünlü tasavvufçulardan Serrac, Kelabazi, ebu Talib mekki, Sülemi bu iddiaları reddetmiş ve bu bağlamda eserler kaleme almışlar.
5. ve 6. yy geldiğimizde bu dönemlerde tasavvuf nevi şahsına münhasır çalışmalar yaparak toplumda yer tuttuğunu görüyoruz. Sufiler siyasi bir etkinlik kazanma amacıyla Hallac gibi kayıplar vermemek için tasavvufu halk içerisine yaymak için çok önemli çalışmalarda bulunuyorlar ve bu şekilde halkı kendi kontrollerine almaya çalışıyorlar. Bu yaptıkları girişim ile başarı elde ettiklerin de görüyoruz.
Türklerin de bu dönemde Müslüman olmaları ve şamanların ellerinde bulundurdukları statülerini kaybetmemek için faaliyetlerine dervişlik adı altında devam etmeleri de tasavvufun halk içerisinde daha da yayılmasına katkı sağlıyor.
Bütün bu çalışmalara rağmen halen toplum içerisinde tasavvufun islamdan olmadığını savunan ve sesini yükselten sağlam bir kol bulunuyor. Ve unutmamak gerekir ki tasavvuf hicri 5. Yy da da İslam çatısı altında sayılmıyor.
6. yy geldiğimizde toplumda felsefileşme hareketi büyük bir hızla devam ediyor. Hatta bu yy’da tasavvuf felsefesi, felsefe tasavvufuna dönüşüyor diyebiliriz. Yani artık felsefe tasavvufu beslemiyor, tasavvuf felsefeyi besleyip şekil veriyor. Bu döneme damga vuran isimlerden bir tanesi hatta en önemlisi de diyebileceğimiz kişi olan Sühreverdi’yi görüyoruz. Bu şahıs fars olup Zerdüşt bir ailenin mensubudur. Mani-Zerdüşt dinlerinden tasavvufa taşıdıklarıyla meşhur olmuş. Panteizme geçişin son temsilcisi sayılır. Düşünce ve inançları adeta bir düşünce mozaiği gibidir ve o bu şekliyle tasavvufun büyüklerinden sayılır. Selahaddini Eyyubi tarafından halkın gözü önünde 36 yaşında idam ediliyor. İdam edilmesi düşüncesinin daha fazla taraftar toplamasına sebep oluyor. Kaldığı yerden talebesi İbni Arabi, daha güçlü bir şekilde devam ediyor. Hıristiyanlardan aldığı sudur teorisini Arabi’ye aktarıyor O’da bunu Vahdeti vücuda çevirerek insanlara sunuyor.
Devamı için buraya tıklayabilirsiniz…
Nedim Kurt
* Kaynak belirtmek suretiyle alıntı yapılabilir.
* Yazarın düşüncesi, sitenin genel düşüncesinden farklı olabilir (Düşünce farklılığı zenginliğimizdir).
* Yazının tüm sorumluluğu yazarın şahsına aittir.