Bazı müfessirlere göre kıssalar hacim itibariyle Kur’ân’ın üçte birini, hatta bazılarına göre üçte ikisini teşkil eder.
Soru şudur; Pekâla hacim olarak Kur’an’ın bu kadar büyük bölünü oluşturan bu kıssalar vahyin ilk muhatapları olan Mekkeliler, daha sonra da Medineliler ve orada ikamet eden Ehl-i Kitap biliyor muydu?
Son zamanlarda yapılan çalışmaların neticesi “Evet”tir. Kur’ân, mesajını iletirken ilk muhatapların bildiği kıssaları tercih etmiştir.
Zira Araplara onların hiç bilmediği kıssaları anlatmak, onlara bilmedikleri bir dille seslenmek gibidir. Zaten Kur’an kıssalarının amacı tarihi malumat vermek değil, kıssaların öncelikli amacı Peygamber’i ve müminleri teselli etmek, inkâr edenleri uyarmak ve insanların geçmişten ibret almalarını sağlamaktır.
Kur’ân, ilahi mesajı muhataplara ulaştırmak için tarihi olayları bir araç olarak kullanmıştır. Bu yüzden tarihi malumatı şahıs, zaman ve mekân unsurlarından mümkün olduğunca soyutlamıştır. Mesajını iletirken ne olayın geçtiği mekândan, ne zamandan ne de kahramanların isminden söz etmiştir. Kur’ân’ın anlattığı kıssayı muhatapları, bahusus müşrikler bildikleri için “Bunlar eskilerin masallarıdır” [68/15] şeklinde itiraz ediyorlardı. Araplar kıssanın tamamını bildiği için Kur’ân bu kıssalardan belli kesitler “fragmanlar” almıştır. Ne var ki, vahyin ilk muhataplarının bildiği bu kıssalar ilerleyen yıllarda tam olarak bilinemediği için, bugün “İsrailiyat” dediğimiz eskilerin tarihi malumatına ihtiyaç duyulmuştur. Kıssaların fragmanları üzerinden mesaj verilmesi, kıssaların tamamının ilk muhataplar tarafından bilindiğinin en büyük delilidir. Zira bilinmeyen bir olayın herhangi bir kesiti üzerinden mesaj vermek, etkili olmaktan ziyade insanların zihninde kıssaların detayı ile ilgili soru işaretlerine yol açar.
Her ne kadar (Resûlüm!) İşte bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Bundan önce onları ne sen biliyordun ne de kavmin.” [11/49] gibi diğer ayetlere [28/44, 45, 46; 29/48] dayanarak kıssaların Hz. Peygamber ve o dönemdeki Araplar tarafından bilinmediği iddia edilse de, Nuh ve tufan kıssasını Ortadoğu halkları arasında bilmeyen yoktur.
Nitekim Hâzin şöyle der; Nuh kıssası o kadar meşhurdur ki, onu dünyada bilmeyen yoktur, nasıl olur da Allah; “Sen ve kavmin bunu daha önceden bilmiyordun” der? dersen, ben de; “muhtemelen onlar kıssayı ana hatlarıyla biliyorlardı, Kur’ân ise onu ayrıntılı olarak açıklamıştır” derim.
Nitekim Kur’ân’da Nuh peygamberin kavmine ait olduğu ifade edilen Vedd, Süvâ’, Yeğûs, Yeûk ve Nesr putlarının Arap kabilelerine intikal etmesi müşrik Arap toplumunun Nuh peygamberin kıssası hakkında bilgi sahibi olduğunu gösterir.
Ayrıca söz konusu bu putların hangi kabilelerin putları olduğuna dair hadis ve tefsir kitaplarında yeteri kadar malumat vardır. Başka bir ifadeyle bu putlar vahiy ile bildirilmeden önce Arap kabileleri tarafından bilinmekteydi.
Kıssaların nüzul sürecinde ve öncesinde bilinmediğini savunanların en güçlü referansı Nuh kıssası hakkındaki yukarıdaki ayettir. Oysa Ehl-i Kitabın Nuh kıssasını bilmemesi söz konusu bile edilemez. Çünkü bugün elimizdeki Tevrat’ta Nuh kıssası hakkında ayrıntılı bilgiler mevcuttur. Öyle ki, geminin eni-boyu, tufanın ne kadar sürdüğü gibi Kur’ân’ın temas etmediği ayrıntılı bilgiler bile mevcuttur. Sonuç itibariyle müşrik Araplar ve ehli kitaptan müteşekkil ilk muhataplar tarafından Kur’ân kıssaları bilinmekteydi.
Mesela Nuh kıssası hakkında “İşte bunlar, sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Bundan önce onları ne sen biliyordun, ne de kavmin” [11/49] “İşte bu (Yusuf kıssası), gayb haberlerindendir. Onu sana biz vahiy yolu ile bildiriyoruz” [12/102] deniliyorsa da hem Nuh kıssası, hem de Yusuf kıssası Tevrat’ta Kur’ân’a oldukça yakın biçimde anlatılmaktadır.
Tevrat ise o tarihlerde Ehl-i Kitab’ın elinde okunmaktaydı. Hz. Peygamber’in çevresinde gerek bi’set öncesi ve gerekse bi’set sonrası Ehl-i Kitab’tan birçok kimse de mevcuttu. Hatta kendisine İslam’ın daveti ulaşmış Araplar arasından bile Tevrat ve İncil’i okuyup, Hristiyan ve Yahudi olanlar vardı.
Hak kelimesi Kur’ân’da “asılsız, temelsiz, boş ve abes gibi anlamlar taşıyan “bâtıl” kelimesinin zıddı olarak anlam ve gayeye atıfta bulunur. “Rabbimiz! Sen bu gökleri ve yeri bâtıl yere yaratmadın.” [3/191] ayetinde olduğu gibi. Netice itibariyle “bi’l-hak” lafzından hareketle Kur’ân’daki tüm kıssaların tarihi gerçekliğe sahip olduğunu ileri sürmek mümkün görünmemektedir.
Câbirî’ye göre de darb-ı meseller ve örnekler bağlamında zikredilen hikâyeler ve diyalogların gerçekten vuku bulup bulmadığı meselesi nasıl sorun teşkil etmiyorsa aynı mesele kıssalarda da sorun teşkil etmez.
Anlayıp yaşamak, yaşayıp tam manası ile hayatımıza Kur’an’ı tatbik etmek duası ile…
* Kaynak belirtmek suretiyle alıntı yapılabilir.
* Yazarın düşüncesi, sitenin genel düşüncesinden farklı olabilir (Düşünce farklılığı zenginliğimizdir).
* Yazının tüm sorumluluğu yazarın şahsına aittir.