YAZILAR

Müslümanca Düşünme ve Felsefe İlişkisi

“Din hastaların, felsefe ise sağlıklı insanların tedavisiyle ilgilenir. Peygamberler hastaları, hastalıklarının artmaması, hatta onların bütünüyle iyileşmesi için tedavi eder. Filozoflar ise herhangi bir hastalık bulaşmaması için, sağlıklı insanların sağlığını korur.” (İhvân-ı Safâ)

Din ve felsefe arasındaki ilişki tarih boyunca tartışılan bir meseledir. Her şeyden önce şunu vurgulamak gerekir. Tarih boyunca ortaya konulan tüm düşünce sistemleri hayatın her cihetiyle birer yorumudur. Her sistem insana, hayata, evrene, var oluşa vb. bir arayış ve cevap bulma gayretidir. Felesefe insani bir alandan, din ise insanüstü olan ama insani sınırlar içinde tanrısal bir alandan hareket ederek cevaplar üretmeye çalışırlar. Tüm düşünce sistemleri doğrusal değil, döngüsel olarak gelişirler. Yani hepsi birbirinden kesin kategorilerle ayrılamayacak birer olgudurlar. İlahi bir din olan İslam bile kendisinden önceki kitapları tasdik edici olarak takdim eder. Hz. Peygamber de kendisini tüm bir nebevi geleneğe bağlı olarak tanımlar ve “Ben atam İbrahim’in yolundayım.” der. Tarih boyunca ortaya konulan düşünce sistemlerinin tüm birikimi dairesel olup kümülatif bir şekilde ilerler. Hiç bir şekilde “hakikat” denilen olgu hiçbiri tarafından kuşatılamaz ve bu hakikat olma olgusu hiçbiri tarafından tüketilemez. Çünkü varlık alemi daim bir oluş ve akış içinde olup “kevn-fesat” halindedir. Varlık aleminin de evrenin de insanın da ufku açık olana doğru olup her daim, yaratım bilinmeyen bir sona veya sonsuzluğa yürümektedir.

Kevn-fesat halinde olan varlık alemine dair olan düşünüm, her daim bir yorumlama faaliyeti içinde olacaktır. Bu yorumlama faaliyetinin temel gayesi insan açısından da kendisini yorumla var kılma çabasıdır. Yani bir açıdan yorumlama, bu var oluşa katılma ve bu sayede anlam üreterek var olmadır. Aklın faaliyeti bu noktaya dair ise bir akıldan bahsedilebilir. En ilkel haliyle en kemal haline kadar akıl tarafından ortaya konulan her “söz-düşün, eylem” aklın varlığına dair bir kabuldür. Çünkü “söz-düşün, eylem” ve düşünme faaliyeti insana ait bir hakikattir.

Felsefe en basit tanımıyla “bilgelik sevgisi”dir ve sözcük anlamı Yunan kökenlidir. Burada felsefenin “ne?” olduğunun tartışılması gerekir. Felsefe “bilgelik sevgisi” olarak bir kuram mıdır? Düşünme biçimi midir? Sadece düşünmek ve “söz-eylemek” midir? Hakikat arayışı mıdır? Hakikatin bu dünyalı olup olmadığına dair hiçbir zaman bilemeyeceğimiz durumdan hareketle felsefe bu açıdan neye tekabül eder? Felsefe sürekli soru sormak mıdır? Felsefe soru mudur, cevap üretme, bu cevaplardan hareketle tekrar soru üretme ve bunu karşılıklı olarak devam ettirme midir? Varlık soruşturması mıdır? Anlam ve anlama problemini çözmek midir? Yolda olmak mıdır? vb. daha bir çok soruyu kategorik olarak ele alınan “felsefe”ye soru sorulabilir. Öncelikle “felsefe ne-dir?” sorusunun sorulması gerekirken bu soru da bir felsefe midir? Felsefenin ne olduğuna dair bir soruşturma da bir felsefeyse bu durum akli açıdan safsata (totoloji) olur mu olmaz mı? Soruyu soran akıl mıdır, zeka mıdır, ruh mudur, nefs midir? Akıl zekanın işlenmiş haliyse ve kök anlam olarak akıl “bağ kurmak, bağlam oluşturmak, bağlanmak, bağlamak” ise akıl soru sorarken bu cihetle gerçekleşen eylem “felsefe” dediğimiz şey olur mu? Ruhun varlığını ve mahiyetini bilmiyoruz? Nefs ise insanın bütününden taşan arzu ve istekler toplamıdır. Bu açıdan  öz varlığımız, kişiliğimiz, bizi biz yapan benliğimiz, arzu ve isteklerimizdir.

Tüm bu soruları bir zemin olarak ele almadan genel bir kabul olan din ile felsefe arasındaki ilişkiyi de çözülemez.

Bir şeyi “öz” olarak düşünmek, ancak soru sormak, soruşturmak, yani bir yönüyle tahkik etmektir. Bu açıdan “olan” bir şeyi düşünmek, ona soru sormak, soruşturmak felsefe olur mu? Felsefe bir “düş-eylem ve söz-eylem” ise bu durum felsefe değil tahkik olur. Felsefeyi “bilgelik sevgisi” olarak kabul edeceksek doğru olur. Fakat en nihayetinde felsefe “kendinden menkul bir akıl faaliyeti” olarak kabul edildiği için o halde felsefenin bir “öz düşünüm” olması gerekir. Felsefe, özsel bir öz-düşünüm biçimiyle ancak “ol-an”, “oluş-an” ve “oluş-acak ol-an” bir şey hakkında düşünme eylemi gerçekleştiğinde felsefe olur. Eski filozofların ve onların düşüncelerini, düşündüklerini düşünmenin felsefe olmayacağı bu cihetle gayet açıktır. “Düş-eylem ve söz-eylem” “an” içinde aklın yaptığı sıçramalardır. Akıl bu sıçramayı sürekli bir süreksizlik içinde yaparken insan bir bütün olarak devrededir. Dolayısıyla bilimsel olarak akletme faaliyeti salt nöro kimyasal bir süreç değildir. Akletme faaliyeti sadece tanımlanmaya çalışılan insani bir alanla değil daha bilemediğimiz bir çok etkenin devreye girmesiyle ortaya çıkar. Modern batılı anlamda felsefe, kendi medeniyet geçmişi içerisinde bir akıl tanımı yapar ve bu tanımdan hareketle felsefe yapar/eyler. Batı medeniyeti tanımladığı ve kabul ettiği bu aklın köklerini Yunan’dan alır ve bu kabülü aynı zamanda tüm dünyaya da dayatır. Hukukunu kadim Roma’dan, felsefi temellerini kadim Yunan’dan alan batı için bu kendisi açıdan meşru ve gayet anlaşılabilir bir durumdur. Çünkü her toplum ancak kendi kökleri üzerinden kendisini var kılabilir ve bu her toplumun en özgür en doğal hakkıdır. BU tutum aynı zamanda bu yaklaşım tarzında olan toplumları das kapalı toplumlar yapar. Burada temel sorun kendi paradigmasını ıskalayan müslüman akıldır. Müslüman bir aklın, akletmenin ve düşünmenin imkanlarının olup olmadığı meselesi müslüman toplumların en acil meselesidir.

Felsefenin batılı temeller üzerinden kabulü İslam ile felsefenin çatışmasını kaçınılmaz kılacaktır. Çünkü her ikisi de farklı kaynak ve paradigmalardan hareket eder. Her ne kadar örtüşmeler olsa da öz itibariyle Yunan aklına ve onun devamı olan teknik batı medeniyetinin akletme biçimiyle Müslümanca bir tefekkürün/felsefenin çatışması beslendikleri kaynaklar ve talep ettikleri bir dünya her zaman karşı karşıya gelecektir. Batı felsefe geleneği ile İslam ve İslam’ın inşa ettiği Müslüman geleneğin temel kodları hem öz itibariyle hem de bilgi sistemleri açısından farklıdır. Müslümanca bir tefekkür ancak İslam’a ve İslam Medeniyetine dair ittiba ve itibarla gerçekleşebiilir. Bu da bir Müslüman’ının İslam medeniyetine vukufiyetini gerektirir. Bu tespit batı felsefe geleneğini yok saymak değil tam aksine ondan da beslenmeyi gerektirir. Sadece batı değil, Allah’ın arzında insanlığa dair ne varsa Müslümanca bir akletmenin ve düşünmenin imkanları açısından birer imkandır. Çünkü İslam’a ve onun medeniyetine ittibası ve itibarı olan her Müslüman “sözü dinleyen ve en güzeline” uyan bir ilkeden hareket eder.

Müslümanca bir bakış açısından felasife/hikmet (felsefe değil) ile İslam’ın çatıştığını iddia etmek ise ancak cehaletle açıklanabilir. Kur’an’da kırk dokuz yerde direkt olarak türevleriyle beraber onlarca yerde akla ve düşünmeye, soru sormaya teşvik eden İslam bu açıdan “hikmeti müminin yitiği, ve nerde olursa peşine düşerek onu kazanmayı” temel bir ilke olarak belirlemiştir. Bu açıdan İbn-i Rüşd felasife ve din arasındaki ilişkiyi “aynı memeden süt emen ikiz kardeşler” olarak tanımlar. Girişte alıntıladığımız İhvân-ı Safâ’ya ait tespit tam anlamıyla Müslümanca bir akletmenin neticesidir. Gelinen noktada modern kapitalist toplumların hasta oldukları sadece bir iddia değil bilimsel olan bir hakikattir. Dünya Sağlık Örgütü’nün kısa bir süre önce yaptığı açıklama, 2020 yılında dünya çapında depresyonun büyük bir patlama yapacağı yönündedir. O halde bu hasta toplumların öncelikli ilacı din midir, felsefe midir? İhva-ı Safa’ya göre hasta toplumları ancak din tedavi edilebilir. Şizofrenisi en üst seviyeye çıkan bir hastasına, Psikolojinin en öncü isimlerinden biri olan Carl Gustav Jung’un nihai tavsiyesi ancak “yüksek bir dini deneyim yaşaması gerektiği”dir.  Tarih boyunca ortaya çıkan insanlık krizlerinde, insanlığı bu krizlerden çıkaran herhangi bir felsefe olmuş mudur ya da felsefenin bu krizleri/hastalıkları arttırdığı mı yoksa iyileştirdiği mi tartışılmadan felsefenin ne imkanlar barıdırdığı ya da barındırmadığı ancak o zaman ortaya çıkar. Değilse felsefe modern düşünürler/filozoflar için Yunan/batılı bir merkezden hareketle sadece zihinsel bir egzersiz ve saraylarda yapılan bir fantazi olmaktan kurtulamayacaktır.

Gürgün KARAMAN

Tepkinizi İfade Edin
Like
Love
Haha
Wow
Sad
Angry

* Kaynak belirtmek suretiyle alıntı yapılabilir.
* Yazarın düşüncesi, sitenin genel düşüncesinden farklı olabilir (Düşünce farklılığı zenginliğimizdir).
* Yazının tüm sorumluluğu yazarın şahsına aittir.

Gürgün Karaman

Gürgün Karaman, 1976 yılında Ağrı’nın Doğubayazıt ilçesinin Subeşiği köyünde doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini Ağrı’nın Diyadin ilçesinde tamamladı. Atatürk Üniversitesinden mezun oldu. MEB'de öğretmenlik görevi yapmaktadır. Evli ve dört çocuk babasıdır. Edebiyat, Felsefe ve İslam düşüncesi üzerine yazılar paylaşmaktadır.
0 0 Oy
Gönderiyi Puanla
Abone ol
Bildir
guest
0 Yorum
Satır İçi Geri Bildirimler
Tüm yorumları gör

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu
0
Düşüncelerinizi bildirmek ister misiniz, lütfen yorum yapınx