Din, fıtrata uygun hayattır.
Artık “mızrak çuvala sığmıyor”, genç nesil her şeyi sorguladığı gibi dini, dinî metinleri de sorguluyor, soruyor, araştırıyor; doğru cevaplar bulamadığında ya inanmış gibi yapıyor ya da ateizme, deizme veya hiççiliğe (nihilizme) doğru kayıyor.
İnsanı köleleştiren, şahsiyetini yok eden; tasavvuf ve tarikatlar ile kefen satan, sidik içen, konuşulması dahi nezaket ve nezahet ölçülerine sığmayan bir çok şeyi din olarak anlayan ve anlatan “tipleri” gören gençlik bu anlatıları din zannediyor. Aklen ve vicdanen bunları kabullenemeyip reddedince dini reddediyorum zannediyor ve bir çıkmaza giriyor…
Aslında sorgulayan insan/gençlik düşünsel anlamda doğru yolda ilerleyen normal biridir ve normal /doğru bir iş yapıyordur. Yeter ki bu sorgulayan akla, doğru kılavuzu gösterelim.
Anormal/yanlış olan, dini alanı bir şekilde parsellemiş din sınıfının/ruhban sınıfın ya benimsin ya da kara toprağın der gibi “ya bizim gibi inanacaksınız ya da sizi tekfir ederiz, sapık ilan ederiz” tehdididir; bu dar düşüncedir. İşte bu zihniyet, sorgulayan aklı öldürerek kendine köle bir tebaa oluşturuyor…
Bütün peygamberlerin karşısında olanların en temel itirazı şudur: “Biz atalarımızı böyle yapar bulduk.” (31/21) Bu argümanla atalarından tevarüs eden tüm dinî söylem ve eylemlerin sorgusuz sualsiz ve körü körüne savunusunu yapmışlardır. Bu dün de böyle, bugün de böyle, yarın da böyle olacaktır. Buna karşılık Rabbimiz, ya atalarınız doğru yolda değil ise (2/170) cevabıyla atalarından nakledilen “bilgileri” sorgulamaya davet etmiştir. Sorgulanmayan, yaşanılır olmadığı halde din olarak görülen tüm gelenek, insanın sırtına vurulmuş bir yük ve bu yük de insanın özgürlüğüne bir prangadır.
Rabbimiz bu konuda söyle buyuruyor:
“…Onlar ki, ellerinde Tevrat ve İncil’de tanıtılmış bulacakları Resul’ün, o Kitap Ehli’nden olmayan peygamberin izinden gidecekler; (o peygamber) onlara iyiliği emredip kötülükten sakındıracak, temiz ve yararlı şeyleri onlara helal kılıp pis ve zararlı şeyleri onlara yasaklayacak; sırtlarına vurulmuş olan yüklerini indirip öteden beri (özgürlüklerine) vurulan zincirleri çözecek. Sonuçta ona inanan, onu el üstünde tutup destekleyen ve ona yücelerden bahşedilen ışığın ardına onunla birlikte düşenler kurtuluşa erenler olacak.” Araf 157 (M. İslamoğlu, Gerekçeli Meal) Din, insanın yaşam/hayat kalitesini yükseltmek için gönderilmiş değerler sisteminin adıdır. İnsana yük olsun diye değil, zorluk için değil, doğru yaşaması için vaaz edilmiştir. (20/1, 2; 2/185) Allah (c.c.) kitabını hayat rehberi, peygamberleri de örnek şahsiyetler olarak seçmiş/görevlendirmiş/göndermiştir. Onların yaşantıları, mücadeleleri bizlere örnek yaşantılar olarak sunulmuştur. Tüm resullerin hayatları/mücadeleleri net ve açıktır. Yine Kur’an’daki din ve sınırlar, iletişime geçtiğimiz diğer tüm canlı ve cansız varlıkların hak ve hukukunu korumaya yönelik olarak çok net ve açıktır.
Bu kadar mesajları net olan bir dinin sözde müntesiplerinin
kafalarının bu kadar karışık ve karmaşık olma sebebi nedir o zaman? Bu sorunun
cevabı da benim açımdan gayet net. 1400 yıllık kültürün din olarak sırtımıza
yüklenerek; aklın, kalbin ve vicdanın bu kültürel din ile örtülmesidir..
Peki, sırtlandığımız 1400 yıllık tarihte ihtilaf, tefrika ve karmaşaya sebep
olan bunca yükün (Araf 157) din olarak sunulmasının anlamı nedir ve bütün
bunları nasıl anlamalıyız? Sırtımıza din gibi yüklenen bütün bu haberleri;
hadis, tefsir, siyer sünneti vs. nasıl anlayacağız, nasıl temyiz edeceğiz? İlim
sahiplerinin ihtilaflarını nasıl temyiz edeceğiz?
İdeolojik, siyasi ve mezhebi (sünni, şii, selefi, harici vd.) mücadelelerinin etkisiyle tarihin bir kısmında oluşturulmuş hukuk/fıkıh/ilmihal anlayışı maalesef din olarak yığınlara dikte edilmiştir. Bir kısım hocaların bu anlayışla hayat alanını daraltması hem bize, hem insanlığa, hem de hayatın işleyişine zarar ve zulümdür. Ben buna genel olarak siyasi, içtimai ve şahsi kaygılar sebebiyle “dinin istismarı” diyorum. Bu bağlamda şunu da belirtmemiz gerekir ki, fıtrat ve akıldan kopuk “lafızcılık” her zaman istismara açık olmuştur
Tarih, siyer, tefsir vs. konularında uzman olanların ellerindeki bilgiyi kendilerine ve başkalarına din edinmeden, insanlara tahakküm aracı olarak kullanmadan, yaşadıkları çağa iyilik ve doğruluk için katkı malzemesi yapmaları gerekirken; maalesef çeşitli dönmelerde tarih, hadis, fıkıh, tefsir vs. tam da sözünü ettiğimiz durum için tahakküm aracı olarak kullanılır olmuştur.
Bize kadar ulaşan tüm bu haberleri nasıl değerlendirmeliyiz? Din ile kültürü, din ile uydurma olanı sorumlu bir Müslüman/yetişkin bir adam olarak -uzman olarak değil- nasıl değerlendirmeliyiz? Benim tüm okumalarımdan sonra çıkardığım sonuç şudur: Bize gelen tüm haberleri (ikisi dahili, ikisi de harici) şu 4 “süzgeçten” geçirmek gerektiğini düşünüyorum:
Akıl (2/75, 10/100)
Fıtrat (30/30)
Vahiy (10/109, 6/106, 8/29, 25/1)
İlim ehli/uzman (16/43, 21/7)
Evet bu dörtlü süzgeç veya temyiz kriteriyle bize gelen haberleri temyiz edebilirsek birçok sorunu bireysel olarak hallederiz kanaatindeyim. Bize gelen tüm haberleri -vahiy de dahil- ilk sunacağımız süzgeç Akıl’dır. Vahyin inanılması gereken bir haber olduğunu okuyarak akıl ile tercih ederiz. Birinci süzgeçten geçip iman ettiğimizde iş bitmiyor. Doğru anlayıp anlamadığımızı, yaşanılıp yaşanılmayacağını, durumsal mı veya genel bir mesaj mı olduğunu sunacağımız -belki aklımızla anlamamış olabiliriz diye- bir diğer süzgeç olan fıtrat süzgecine gideriz. Fıtrat süzgecinden de geçtikten sonra yine de kani değilseniz anlamamızda veya algılarımızda bir problem vardır; bu durumda anlamadığımız konuyu veya sorunu o konunun uzmanı birine sormalıyız..
Aslında aklın da, vahyin de, ilim ehlinin de insanı getirip bırakacağı kapı “Fıtrat” olmalıdır. İslam’ın amacı zaten hayatı fıtrata uygun hale getirmektir. Onun için insanı/fıtratı çok iyi tanımak gerekir.
Şimdi konunun daha anlaşılması için örnekler üzerinden gidelim.
Hz. Muhammed ibadet yapmayı abartıp fıtrata uygun davranmayan sahabeden birçok kimseyi uyardığı da bize kadar nakledilmiştir. Sahabeden bazıları toplanıp Peygamberimizin yanına gelmişler ve O’na şöyle demişler:
Enes ibni Mâlik (r.a.) şöyle dedi:
Peygamber Efendimizin nâfile ibadetlerini öğrenmek üzere sahâbeden üç kişilik bir grup, Peygamber hanımlarının evlerine geldiler. Kendilerine Efendimizin ibadetleri bildirilince, onlar bunu azımsadılar ve:
– Allah’ın Resulü nerede, biz neredeyiz? Onun geçmişteki ve gelecekteki günahları bağışlanmıştır, dediler. İçlerinden biri:
– Ben ömrümün sonuna kadar, bütün gece uyumaksızın namaz kılacağım, dedi. Bir diğeri:
– Ben de hayatım boyunca gündüzleri oruç tutacağım ve oruçsuz gün geçirmeyeceğim, dedi. Üçüncü sahâbî de:
– Ben de sağ olduğum sürece kadınlardan uzak kalacak, asla evlenmeyeceğim, diye söz verdi. Bir müddet sonra Peygamberimiz onların yanına geldi ve kendilerine şunları söyledi:
– “Şöyle şöyle diyen sizler misiniz? Sizi uyarıyorum! Allah’a yemin ederim ki, ben sizin Allah’tan en çok korkanınız ve O’na en saygılı olanınızım. Fakat ben bazen oruç tutuyor, bazen tutmuyorum. Gece hem namaz kılıyor, hem de uyuyorum. Kadınlarla da evleniyorum. Benim sünnetimden yüz çeviren kimse benden değildir.” diyerek fıtrata, vahyin amacına ve akla ters bir uygulama isteğinin önünü kesmiştir. Bugün Nebi’ye (a.s) muhalefet edercesine -hem de din adına- insanları sosyal hayattan uzak tutan fıtrata aykırı cemaat ve tarikatların varlığının izahı mümkün değildir.
İslam tarihinde bu tür fıtrat delillerine göre hüküm veren hakim/yöneticiler vardır. Bunlardan biri ve en önemlisi Hz. Ömer’dir.
Hz. Ömer, bir gece Medine sokaklarında teftiş yapıyordu. Bir ara kulağına bir şiir gelir. Bir kadın, eşi dört aydır cephede olduğu için sıkıldığını ve kocasını özlediğini bir şiirle dile getiriyordu.
Hz. Ömer bunun üzerine aynı zamanda Peygamberimizin eşi olan kızı Hz. Hafsa’ya “evli bir kadının kocasından en fazla kaç ay ayrı kalabileceğini” sordu. Hz. Hafsa da bu sürenin en fazla üç-dört ay olabileceğini belirtti.
Bu olay üzerine Hz. Ömer, komutanlara evli erkeklerin en fazla cephede dört ay tutulması ve dört ayda bir izinli olarak evlerine gönderilmesi talimatını vererek fıtrat delilini kullanmıştır.
Şimdi geleneksel dindarlığın haram kıldığı birçok hükmü de yine yukarıda bahsettiğimiz süzgeçten geçirebiliriz. Mesela müzik haram fetvası bu süzgeçten geçer mi?
Kur’an da böyle bir yasak var mı?
-Yok
Peki akla uygun mu?
-Hayır
Peki bu yasak fıtrata uygun mu ?
-Hayır
Hatta fıtrata sorsak ki ; “Ey fıtrat müzik hakkında ne dersin?” Fıtrat, şöyle haykıracaktır ! “müzik benden! “….
İşin ilginci müziğe haram diyenler “Kur’an’ı teganni ile okuyarak” müzik ihtiyacını gidermeye çalışmaktalar.
Şöyle bir itiraz geliyor genelde: “Ama müzik ile içkili alem yapıyorlar, sözlerinde şirk sözü var.” Ben de derim ki burada müziğin/notanın ne suçu var? Birçok şeyde olduğu gibi müzik de insanın kullanışıyla alakalı olarak haram veya helallik kazanır.
Bir diğer haram kılınmış faaliyet olarak resmi aynı süzgeçten geçirin, geçer not alıyor mu deneyin. Göreceksiniz ki bu da dörtlü süzgeçten/temyiz mekanizmasından geçer not alamayacaktır.
Gelenek/nas/kültür insanın vicdanını aklını bypass ederse işte orada nesneleşmiş insan ortaya çıkar. İşte bu bağlamda ; içerik olarak kötü, konunun daha iyi anlaşılması için iyi bir örnek ise, son dönemlerde Türkiye’de tanınmış bir “hocanın” küçük çocukların evlenebileceğini söylemesi ve bunun da dinde olduğuna dair naslardan/gelenekten sözde delil sunmasıdır! Bu “hoca” bu konunun dinde olduğuna cevaz vermesine rağmen vicdanından kurtulamayıp “Ama hangi babanın vicdanı küçük/çocuk yaşta bir kızını evlendirebilir?” diyerek vicdanın sesini dile getirmişti. Hemen ardından da nas/gelenek ile vicdanı susturmaya çalışmış; fakat bunu beceremediğini gözler önüne sermişti… Toplumumuzda bu tip örneklere çok fazla rastlıyoruz. Sonuç fıtrat/vicdan ile nas/hüküm/gelenek arasında sıkışıp kalmış stresli “müslüman” tipler…
Dikkat edin !! bir tarafta geleneğin yüklediği yanlış bir hüküm, din veya nas, bir yanda bu hükmü reddeden vicdan!..
Son söz: Bugün insanlığın ihtiyacı fıtrata uygun olan hayatın yeniden inşası için “tarihin yükü” altında ezilen, “akla ve fıtrata” yeniden dönmek gerekiyor. Bunun yolunu yine Rabbimizden öğreniyoruz: “De ki: Budur benim yolum; akla uygun, bilinç ve duyarlıkla donanmış bir kavrayışa dayanarak (hepinizi) Allah’a çağırıyorum. Ben ve bana uyanlar (aynı çağrıyı yapıyoruz). Ve (yine de ki:) “Allah kudret ve azametiyle her türlü eksikliğin üstündedir, ötesindedir. Ve ben O’ndan başka varlıklara tanrılık yakıştıran kimselerden değilim!” (12/108)
* Kaynak belirtmek suretiyle alıntı yapılabilir.
* Yazarın düşüncesi, sitenin genel düşüncesinden farklı olabilir (Düşünce farklılığı zenginliğimizdir).
* Yazının tüm sorumluluğu yazarın şahsına aittir.