Evlat Sevgisi & Allah Sevgisi
Bir muhabbet meclisinde bir abim şöyle demişti: “Akşam eve geliyorum ve fark ediyorum ki ben imanımı evladım kadar sevemiyorum…” Biraz durup düşününce fark ettim ki dil ile çok kolay söylenen ama uygulamada çok zor olan bir eylem bu: Allah’ı sevmek.
Evlat sevgisi kişi ile çocuk arasındaki fiziksel bir bağ temelinde oluşan ya da başlayan bir sevgi. Bu bağ her zaman biyolojik şekilde başlamayabilir. Evlatlık çocuklar da aynı şekilde sevilebilir. Ama diğer bütün sevgiler çok daha farklı bir çaba gerektiriyor.
Evladını anlamak gibi bir durumu olmaz çoğu zaman ebeveynlerin. Çoğunlukla elde olmaz bu anlamadan sevme durumu, sadece seversin. Ancak Yaradan’a duyulan sevgi diğer tüm sevgilerin temelindedir ve “Seviyoruz tabi ki” deyip bırakılamaz. İspat ister her daim. Aslında bütün sevgiler böyledir, teoride. Her “normal” insan ailesini sever ama bunu gösteremeyebilir veya farklı şekillerde ifade edebilir. Ancak bir yerde bu sevgi muhakkak kendini gösterir.
Sevgi mefhumunun gereklerini yerine getirmeden varlığından bahsedemeyiz. Evladını, eşini, kardeşlerini veya ebeveynlerini ya da başka herhangi birini her gün dövüp sonra da onları sevdiğini söyleyen bir kişinin samimiyetine inanmak akıl işi olmayacaktır. O zaman Allah’ı veya her neye inanıyorsan o’nu sevmeyi, diğer sevgiler gibi nasıl en derinlerimizde hissedebiliriz? İnandığımız öğretinin ibadetlerini veya gereklerini, sûreten yerine getiriyor olabiliriz. Dışarıdan bakıldığında gerçek mü’min veya dava insanı gibi de görünebiliriz. Fakat iş gerçekten bir fedakarlık yapmaya gelince, işte o zaman rengimiz belli olur. Allah’ın koyduğu sınırlar veya inandığımız öğretilerin düsturları ile evladımızın, eşimizin, dostumuzun, ailemizin istekleri veya “mutluluğu” çatıştığında hangisini tercih ediyorsak, samimiyetimizin seviyesi de o kadardır.
İnanan insan için “evlatlarımız için yaşıyoruz, onlar mutlu olsun yeter” benzeri cümleler, her neye inanılıyor olursa olsun inancı temelinden sarsar. Çünkü insan mutluluğunun sınırları yoktur. Çoğunlukla bizi mutlu eden şeyler, bizim iyiliğimize değildir. Evlatlarımız mutlu etmek uğruna Allah’ın rızası olmayan işler yaparak nasıl din dairesinde kalmayı umabiliriz?
Bir yandan her bir anlamın temeline ve kaynağına “ben”i koyan varoluşçu düşünceyi eleştirirken diğer yandan kendi veya başkalarının keyfi için her fırsatta inancının öğretilerini ötelemek, örselemek veya tamamen görmezden gelmek, büyük ama farkına varılmayan bir paradokstur.
Kur’an’ın “sarp yokuş”dediği ve önce kendimizi boyunduruklarımızdan kurtarmamız gereken durum budur belki de. Sebeplerin sebebini seversek, diğer her şeyi sevmemek için sebebimiz kalmaz.
Hasılı sevgi fedakarlık ister, kurban ister, kendini kurban etmeyi, kendinden kurban etmeyi ister. Habil miyiz yoksa Kabil mi? Karar vermeliyiz artık, çünkü kurbanımız ona göre kabul gör/mey/ecek.
Fotoğraf: Samuel Zeller
* Kaynak belirtmek suretiyle alıntı yapılabilir.
* Yazarın düşüncesi, sitenin genel düşüncesinden farklı olabilir (Düşünce farklılığı zenginliğimizdir).
* Yazının tüm sorumluluğu yazarın şahsına aittir.