Emevi geleneğinin inşa ettiği bu kader algısıyla koltuğunda oturan Halife Abdulmelik tablosunu bir önceki yazımızda anlatmıştık. (https://www.kalkuyarhareketi.com/2018/06/29/hasan-i-basrinin-kader-risalesine-politik-bakis-1/)
Şimdi ise daha çok risalenin içeriğine değinerek konuyu sonuca bağlamayı hedefliyoruz. Kader hakkında -okumayanlar için yukarıda bulunan linkteki yazımızda bahsedildiği gibi- bu geleneğin söylediklerinden farklı şeyler işiten Halife de Hasan-ı Basriye mektup yazmakta ve durumu çok acil izah etmesini istemekte gecikmemiştir.
Metne bakalım.. “Doğrusu Müminlerin Emirine, senden, kaderin niteliğine dair öyle şeyler ulaştı ki, bunun gibisi selefe mensup hiç kimseden ulaşmamıştı. Müminlerin Emiri, karşılaştığı hiçbir sahabeden bu konuda, Müminlerin Emirine senden ulaşan türden bir kelam sadır olduğunu bilmiyor. Oysaki o, senin hal ve gidişat olarak iyi biri olduğunu, dininde erdemli olduğunu, ilmi anlayış açısından dirayetli, talepkar ve iştiyaklı olduğunu da biliyor.”
Metnin devamında Müminlerin Emirinin Hasanı Basriye inanmadığı ve görüşünü derhal net olarak yazıp kendisine bildirmesi emrediliyor. Amaç Hasan el-Basri’yi politik kaygılardan ötürü susturmak. Bu metnin alt satırları ince bir tahlille analiz edildiğinde Halifenin kendi görüşünden farklı şeyler konuşmaması noktasında Hasanı Basri’yi üstü kapalı tehdit ettiği de görülecektir.
“Bütün bunlardan sonra, Emirel Müminin senden nakledilen bu sözü beğenmedi. Bu meseledeki fikrini O’na yaz. Bu iddiada neye dayanıyorsun? Resulullahın ashabından birinin rivayetine mi, yoksa kendi fikrine mi, yahutta Kur’an’ın tasdik ettiği bir hükme mi? Biz bu mesele hakkında senden önce münakaşa etmiş veya söz söylemiş bir kimse işitmedik, bu husustaki görüşünü Emirel Müminine bildir ve açıkla..”
Metin bu kadar. Bu mektubun en can alıcı noktası halifenin Hasanı Basri’yi selefe -yani Peygambere, sahabeye ve tabiine- aykırı davranmakla suçlamasıdır. Çünkü bunu biraz hakim bakış açısıyla, biraz geriden incelediğimizde yani tablonun tamamına bakabildiğimizde aslında şunu göreceğiz. Sahabeye aykırı olduğu nispet edilen bir davranış, o çalkantılı dönemde dini bozma gerekçesiyle lanse edilecek. Hasan-ı Basri din düşmanlığıyla, dinde bidat çıkarmayla itham edilecek ve onun halk nezdindeki itibarı gözden düşürülecek. Ve halife, kader perdesinin ardından yolunda engel olabilecek bir taşı daha kaldırmış olacak, asıl ve yegane amaç olan saltanatını koruyacaktı.
Hemen şunları da ifade edip devam edeyim. Emevi Devletinin, -evet zorla, hatta biraz kurnazlık, vesair yollarla- elde ettiği siyasi bir rantı var. Ve siyasi egemenliği ellerinde tutabilmek adına dini kullanmaktan hatta tahrip etmekten de hiç çekinmediler, doğru. Ancak dönemin kader anlayışının politikaya alet edilmesini incelerken Emevilerin, kuruluş aşamasında devasa bir kültür medeniyetine ve havzasına konduğunu da unutmayalım. Bulundukları geniş coğrafyayı askeri hareketlerle daha da genişlettiler. Bu fetihler sonucu da birçok mevali İslam’a girdi. Hristiyanlarla, Yahudilerle, Perslerle hatta Türklerle daimi bir etkileşim mevcut. Ayrıca yine coğrafi olarak ticaret yollarına oldukça elverişli yerlerde hakim olduklarını da hatırlayalım. Bu tüccarlar yalnızca mal alışverişi yapmazlar, fikir alışverişi de yaparlar. İnsanların birbirleriyle çeşitli yönlerden kaynaşması, onların fikri bağlamda da birbirini etkileyeceği anlamına gelir.. Fikriyle etkilemeye başladığında hayatıyla etkilemeye de başlar. Bu böyledir. Bunun dışında Müslümanların birbirleriyle girdikleri iktidar kavgaları, Cemel Savaşı, Sıffin Savaşı hatırlayalım.. Neticesinde ortaya çıkan tüm bu etkenler Emevilerin başkenti olan Şam’da cebir düşüncesini doğurdu. Ve de bu cebir düşüncesini Emeviler siyasi propaganda olarak kullanabileceklerinin farkına vardılar.
Şam şehri de cebir düşüncesini öne çıkarması dolayısıyla ayrıca önemlidir. Cad b. Dirhem ve Gaylan ed-Dımeşki Şam’da cebir düşüncesinin yayılmasına öncülük ettiler. Ama sonucunda cebr, Şam’da siyasi şekline uyarlanarak öylesine kabul gördü ki, kendisi bile Kuranın mahluk olduğu söyleminden dolayı idam edilerek hayatını kaybetti. Öne çıkan diğer bir husus ise Şam’a karşılık irade hürriyetine dayalı kader anlayışının merkezi Basra’dır. Cebr düşüncesinin Cad ile beraber Kaderiyye düşüncesine reaksiyon olarak geliştiğini göz önünde bulundurursak, özgür irade fikrinin cebir düşüncesinden daha önce ortaya çıktığı sonucuna ulaşılır.
Bir kez daha metne dönelim. Hasanı Basri ise ona “Ey Allahın kulu” diye hitap ederek bir tür ültimatom veriyor. Dikkat ediniz Müminlerin Emiri değil, Ey Allahın kulu!
Burada şu soru önemli. Hasan-ı Basri bu risaleyle salt dini bir meseleyi çözümlemeye mi çalışıyor yoksa bununla beraber döneminin çalkantılı otoritesine siyasi göndermeli cevaplar mı veriyor? Onların meşruiyetini tartışmaya mı açıyor ?
Tabiki de bu risale, Hasanı Basri’nin zulme rıza göstermeyip gücü yettiğince zalim hükümdara başkaldırması olarak değerlendirilebilir. Allah’ın dininin oyuncak haline getirilmesine bir karşı çıkış olarak değerlendirilebilir. Risale bu gözle okunursa ancak değeri anlaşılır.. Zaten Ehli Sünnetten Mutezilesine, Kaderiyyesine kadar birçok mezhebin onu ideolojik olarak sahiplenmesinin altında da bu hakikat yatar. Hasanı Basri klasik dönem için çok değerli bir şahsiyettir.
Yeniden metne bakalım.. “Doğrusu biz, Allahın emrini tutan, hikmetini gözeten, Rasulullah’ın sünnetini tatbik eden selefe yetiştik. Onlar hakkı inkar etmiyorlar, batılı da haklı çıkarmıyorlardı. Onlar Rabbin zatına nispet ettiği şeyler dışında, herhangi bir şeyi Rabbe nisbet etmiyorlardı.”
Hasan el-Basri bu ifadelerle sahabenin kader konusunda konuşmadığını kabul ediyor. Ancak bu kabul etmesi, sahabe arasında sessiz ittifaktan kaynaklanıyordu. Yani böyle bir kader anlayışını Peygamberin hiçbir sahabesi kabul etmemiş. Peygamberin hiçbir sahabesinin kabul etmediği bir şeyi doğal olarak Peygamberin de kabul etmeyeceği aşikardır. Yani insanların kader tasavvuru bir ve ortak. Ta ki Emevi hilafeti ve saltanatına kadar. Bunu Abdulmelik’in kendisi de bilmesine rağmen gayesi siyasi ve politik istismar olduğundan Hasanı Basri’yi susturma yolunu tercih ediyordu. Çünkü Hasanı Basriyi susturmak sahabe-tabiun bağlantısını koparmak anlamına gelirdi ki bu da kuşkusuz halifenin en büyük isteklerinden biriydi. Sahabe-tabiun bağlantısı koparsa hem tebei tabiun nesli hakiki kaderden bihaber olacak; hem de sahabenin bizzat arasında dolaşan Peygamber susturulmuş olacaktı..
Bu kader tasavvurunun bozulma sürecinin şimdi en başına gidelim. Selefin kader tasavvuru hak olan kaderdi. Ancak iç karışıklıklarla sahabe kendi kendini hırpaladı. Hz. Osman’ı mushafın başında şehid edenler namazında niyazında insanlardı. Hz. Ali ve Hz.Ayşe’nin karşı karşıya geldiği Cemel Savaşında sırf 10.000 müslüman ölmüştü. Sıffinde birbirine girenler yine Müslümanlardı. Peygamber içlerinden ayrılalı henüz 1 asır geçmemişti ki Müslümanlar kendi içlerinde çok büyük bölünmelere maruz kalmış ve birbirinin kanını, malını helal saymaya başlamıştı. Hiç kuşkusuz bu durum diğer Müslümanların vicdanlarında da büyük bir hasara sebep olmuş, onların oturup ne yaptıklarını sorgulamalarına neden olmuştu. Tabi bu esnada ölen onbinlerce Müslümanın akıbetinin ne olacağı da tartışılmaya başlandı. İman-amel ilişkisi, bir Müslümanın kasten öldürülmesi, büyük günah işleyenin durumunun ne olacağı gibi meseleler siyasi ve teolojik arenaya aktarıldı. Buradan da Cebriyye/Kaderiyye doğdu. Cebriyyenin kaderi ise şöyle işliyordu: “Olanla ölene çare yok. Onbinlerce insan öldü. Ancak bu Allahın kaderidir. Böyle olmasını Allah dilemiştir.”
Ancak bu gibi meseleler yeni ortaya çıkan meseleler değillerdi. Bundan ziyade yeni olan, Kuranda yer alan hükümlerin, bu olayların müsebbibi olan sahabeye uygulanıp uygulanmayacağıydı. Muaviye ve takipçileri, toplum içinde yaşanan meşruiyet problemine “kader” kavramını siyasi malzeme olarak kullanma suretiyle bir çözüm buldu.. Tabiri caizse Cahiliyenin kader anlayışı, Emevilerle beraber resmen bir kez daha gün yüzüne çıktı.
Emevilerle beraber de Cebriyyenin kader tasavvuru, siyasi ve politik kaygılardan ötürü birkaç uyarlamayla beraber devlet yönetiminde kullanılmaya, istismar edilmeye başlandı. Bir örnek.. mesela.. Hz.Hüseyin Kerbelada aç, susuz, başı gövdesinden ayrılarak, vücudundan onlarca kılıç yarasıyla şehid edilmişti. Ailesinin bulunduğu çadır dahi yakılmıştı. Yezid, Hüseyin’in kopan başını aile eşrafının önüne attı ve adeta dalga geçer gibi dedi ki: “Bu olan bitenden dolayı beni suçlamayın. Bunu ben yapmadım. Bunu Allah yaptı. Bu, Allahın kaderinden başka bir şey değil.”
Hal böyleyken bugüne bile mesajı olan Kader Risalesine dönelim. Hasan el Basri diyor ki: “Eğer küfür ve nankörlük Allahın kazası ve kaderi olsaydı, onu yapandan Allah razı olurdu. Önce kulunu bir hükme mecbur edip de sonra kulunu mecbur ettiği o hükümden razı olmaması Allaha yakışmaz. Haksızlık ve zulüm, Allahın kaza ve kaderi olamaz.”
Hasan el Basri kaderin tahrif edilmesine razı olmayıp kısa alıntılarını yaptığımız bu mesajlarıyla dönemin zalim halifesine karşı çıkmış ve dinin siyasi emellere alet edilmemesi gerektiğini vurgulamıştır.
Sürem de kalmadı artık son olarak şunları ifade ederek bitireyim. Kader konusu Emevi iktidarıyla beraber politik sebeplere dayalı olarak kullanılmıştır. Hasan el Basri’nin Kader Risalesini politik bir zeminde okumak, o dönemi daha iyi anlayabilmemiz için çok kritik bir değer taşır. Bu siyasi tahribattan kader konusu da, Hasanı Basri de fazlasıyla etkilenmiştir. Ve ben de bu metinle Kader Risalesini daha iyi anlayabilmek adına siyasi altyapısını aktardım. Emevi hükümranlığı, kader başta olmak üzere birçok dini ögeyi siyasi çıkarlarından dolayı kullanmıştır.. Tüm bunlardan hareketle de Hasanı Basri’nin Kader Risalesi politik bir okumaya tabi tutulabilir.
* Kaynak belirtmek suretiyle alıntı yapılabilir.
* Yazarın düşüncesi, sitenin genel düşüncesinden farklı olabilir (Düşünce farklılığı zenginliğimizdir).
* Yazının tüm sorumluluğu yazarın şahsına aittir.