RÖPORTAJ

Prof. Dr. Bünyamin Erul ile Peygamber Tasavvuru Üzerine

Sadece bizde değil İslam âleminin tamamında…
Hatta bu asrın başı veya önceki asırlara döndüğümüzde Ahmediye, Muhammediye türü kitaplar vardır. Bu tür kitaplar menkıbevi anlayışı desteklemiştir.

Hatta enteresandır bundan 70-80 sene önce halkın elinde Kur’an yokken,
Anadolu’nun birçok yerinde halkın elinde bu Ahmediye, Muhammediye türü kitaplar yaygındı.
İnsanlar peygamberi Kur’an’dan anlamayı değil de bu tür kitaplardan okumayı, anlamayı yeğlemişlerdir.

Ve cahiliye peygamber anlayışından sonra Yüce Rabbimizin ortaya koyduğu Kur’an-i peygamber anlayışı bir süre sonra tekrar cahili peygamber anlayışına, beşer üstü peygamber telakkisine dönüştürülmüştür.

Yapılması gereken, Rabbimizin Kur’an’da Peygamberi nasıl anlattığına bakmak olmalıdır.

Bizim bu uydurma hadislere aldanmamamız için yapmamız gereken tek şey, Yüce Allah’ın bize bahşettiği Kur’an’ı okumak ve anlamaktır.

Biz yüksek lisans dersimizin birinde peygamberimizle ilgili Kur’an’daki ayetleri okuyoruz. Nüzul sırasına göre okuduğumuz zaman Peygamberimizi çok iyi tanıma imkânı buluyoruz. Kur’an’daki sureleri, hem Mekki hem de Medeni olarak inceliyoruz. Peygamber efendimizin zamanına ve o günün şartlarına göre değerlendiriyoruz. Muhammed bin Abdullah, Muhammed Rasulullah oluyor, bu bir süreç… Bu süreç içerisinde O(as) Allah tarafından inşa ediliyor. Kur’an Peygamber efendimizin içinden geçenleri bile bize bildiriyor.

  • Prof. Dr. Bünyamin ERUL, Din İşleri Yüksek Kurul Üyesi, Ankara Ünv. İlahiyat Fakültesi Temel İslam Bilimleri Hadis Anabilim Dalı Öğretim Üyesi

***

Röportaj: Zeynep Şüheda Sağman

Z. Ş. Sağman: Kur’an’ı Kerim’in anlattığı Peygamberle, sonradan teşekkül etmiş olan İslam kültür kaynaklarında tasvir edilen Peygamber arasındaki farkları görmek istiyoruz. Bu konu üzerinde konuşacağız. Her şeyden evvel ‘Sünnet’i konuşmalıyız sanırım. “Sünneti” düşünüp konuşmaya nereden başlamalıyız?

B. Erul: Gerek Hz. Peygamberle ilgili gerekse sünnetin anlaşılmasıyla ilgili derginizin gösterdiği bu hassasiyete teşekkür etmek istiyorum. Tabi sünnetten söz edebilmek için öncelikle sünnetin sahibinden söz etmek gerekiyor. Sünnetin sahibi Allah Resulü, onun risaletini, onun peygamberini çok iyi anlamamız lazım. Hz. Peygamberi anlayabilmemiz ve doğru amel edebilmemiz için çok iyi okumamız gerekiyor. O bakımdan sünnetten önce belki en çok üzerinde durmamız gereken konu Peygamberlik müessesesi, Peygamber anlayışıdır. Peygamberimizin(as) nasıl anlaşılması gerektiği, hangi kaynaklara dayanarak Peygamberimizi okumamız, anlamamız, öğrenmemiz gerektiği üzerinde durmamız gerekiyor. Sizin sorunuzda işaret ettiğiniz husus da zaten cevabı içerisinde saklamakta. İlk olarak Kur’an’ın anlattığı peygamberden söz ediyorsunuz, bir de kültürümüzün; İslam kültürünün anlattığı peygamberden söz ediyorsunuz. Bu soru içerisinde bir ‘farklılaşma’ tespiti çıkıyor ortaya. Kur’an’ın anlattığı peygamber ile İslam kültürünün anlattığı peygamber anlayışı arasında ciddi bir fark varmış gibi bir tespit var. Bir defa Kur’an’ı Kerim’e baktığımız zaman Kur’an’ı Kerim iki hususu ortaya koymaya çalışıyor. Bir tanesi İslam öncesi cahiliye Araplarının, müşriklerin kafalarındaki peygamber anlayışını reddederek, müşrik bir kafanın ne tür bir peygamber algısına sahip olduğu, bir peygamberden neler beklediği, bir peygamberin diğer insanlardan farklı nasıl üstün bir varlık olduğuna ilişkin tespitler yapmakta… Buna biz şimdilik ‘cahili peygamber anlayışı’ diyelim. Birçok ayeti kerimede cenabı Allah bu cahili peygamber anlayışını ortaya koymakta ve hemen arkasından onların bu yanlış peygamber tasavvurlarını reddetmekte ve doğru bir peygamber anlayışının nasıl olduğuna da tek tek ayetlerle ifade etmektedir. Biz buna da ‘Kur’ani Peygamber anlayışı’ demeyi tercih ediyoruz. Yani Kur’an iki şeyi birden yapıyor. Bir taraftan cahili peygamber anlayışını reddediyor, diğer taraftan da ‘Kur’ani peygamber anlayışını’ ortaya koyuyor.

Z. Ş. Sağman: Aradaki fark nedir?

B. Erul: Cahiliye zihniyetindeki peygamber anlayışında, normal bir beşerin peygamber olamayacağı, peygamber olan şahsın birçok mucizeler, birçok harikuladeliklerle, beşer üstü, melek gibi bir varlık olması yatıyordu. Kur’an’ı Kerim’in İsra Suresinin 90-95’inci ayetlerinde, Furkan Suresinin 4’üncü İle 10’uncu ayetleri arasında müşriklerin birçok beklentisi var. Mesela diyorlar ki: “Bu peygambere ne oluyor ki yiyip içiyor, sokaklarda dolaşıyor, ona bir melek inmeli değil miydi, yanında bir uyarıcı olmalı değil miydi veya kendisine bir hazine verilmeli değil miydi, ,ç,nden yiyip içtiği bir cenneti, bahçesi olması gerekmiyordu?” şeklinde beklentileri var. İsra Suresindeki ayetlerde de aşağı yukarı “içerisinden pınarlar fışkıran bir üzüm, hurma bahçesi olsaydı, gökyüzünden parçalar indirebilseydi, Allah ve Melekler böyle yanında olsaydı, altın madeninden yapılma bir evi olsaydı yahut göğe yükselseydi” gibi birçok teklifleri var. Müşrikler ve cahiliye Araplarının bu tekliflerine, Cenab-ı Allah’ın Efendimize vahiyle söylediği bir cevap var: “Deki: Ben Rabbimi tenzih ederim, ben sadece bir ‘beşer resul’ değil miyim?”

Z. Ş. Sağman: Kur’an peygamberi bu şekilde tanımlıyor!

B. Erul: Kur’an’ın peygamber anlayışı bu! Beşer-Resul… Yani bir tarafıyla beşer, bir tarafıyla Resul. Aynı şekilde Furkan Suresinde de cevaplar veriliyor. Müşriklerin Peygamberi (as) Peygamber olarak tanımaya başladıkları günlerde ortaya koydukları tepkiler çok manidar. Aslında Muhammed’ül Emin olduğunu biliyorlar. Mekke’nin gözbebeği, ahlak timsali bir şahıs var. Hiç kimse onu yalancılıkla itham edemiyor, safa tepesinde söyledikleri gibi: “senden asla yalan işitmedik” diyorlar. Fakat müşrikler Hz. Peygamber kendisinin peygamber olduğunu iddia ettikten sonra çok sert tepkiler gösteriyorlar. Sebebini şöyle izah edebiliyoruz. Müşrik zihniyetindeki peygamber algısıyla Mekke’de doğan, büyüyen, kendilerinden birisi olan, Abdullah’ın oğlu Muhammed(as) arasındaki farka, açıya bakıyorlar çok büyük. Yani zihinlerinde beşer üstü bir varlık var, gözlerinin önünde ise bir yetim, bir öksüz, şimdiye kadar bir kahramanlık iddiası olmamış, idarecilik iddiası olmamış, bir şairlik iddiası olmamış, çok zengin değil, aşiret reisi değil, Mekke’nin ileri gelenlerinden birisi değil… Bu bakımdan birkaç tane ayette “Allah, risaleti buna mı verdi. Bu da bizim gibi bir beşer” şeklinde ciddi tepkileri var.

Z. Ş. Sağman: Sünnet anlayışımızın oluşmasında Peygamberin ‘beşer olması’ ne anlama geliyor?

B. Erul: Sünnet anlayışıyla ilgili olarak beşer olmasının anlamı nedir? Bunun üzerinde durmamız lazım. Aslında Kur’an’ın ‘beşer resul’ vurgusu çok önemli. Ayetlerde diyor ki: “Eğer yeryüzünün sakinleri melekler olsaydı biz peygamberleri meleklerden gönderirdik.” Yeryüzünde yaşayan mükellef/sorumlu varlıklar insanlar olduğuna göre insanlara örneklik yapabilecek bir peygamberi Cenab-ı Allah kendi içlerinden yani insanlardan seçmiş oluyor. Eğer peygamberlik, insanlara rehberlik amacı güden, yol gösterecek bir müessese ise bu yol göstericinin o insanların haliyle hallenmesi, o insanlar gibi yaşaması, o insanlar gibi bir insan olmasından tabii bir şey yoktur. Elbette geçmiş peygamberler de peygamberdir, onlar da beşerdir ama diğer peygamberlerde Kur’an’ın anlattığı bir takım mucizeler görüyoruz. Hz. Muhammed ise daha çok Mekke’de doğup büyüyen sade, tabii, mütevazı bir hayat yaşayan ve tabiri caizse ilahi iradenin tam kırk sene gizlediği, öne çıkarmadığı, toplumda sivrilmeyen bir Muhammed’ül Emin oluyor. Cibril gelip, Hira Mağarasında ilk defa O’nun peygamber olduğunu söylüyor. Bir ömür boyu herhangi bir iddiası olmayan, ‘iman nedir, kitap nedir bilmeyen’ Hz. Muhammed Mustafa (as)’ın ortaya koyduğu risalet davası cahiliye müşrikleri tarafından kabul görmemiştir. Burada ‘beşer-resul’ ifadesi ile kelime-i şehadetteki “ve eşhedu enne muhammeden abduhu ve resuluhu” ifadesi tam bir uyum arz etmektedir. “Abd resul” şeklinde geçmektedir. Aslında her iki ifadede önceki iki dine cevap vardır. Yani Hz. Peygamber ‘beşerdir, kuldur.’ Hıristiyanların Hz. İsa’yı ilahlaştırdıkları gibi herhangi bir ilah pozisyonunda değildir. Resuldür! Yahudilerin geçmiş peygamberleri kovdukları, dövdükleri, sövdükleri, öldürdükleri gibi sıradan bir beşer de değildir. Yani ‘risalet’ vasfıyla ‘beşer’ vasfı peygamber(as) içinde öyle bir bütünlük oluşturmaktadır ki, zaman zaman alimlerimiz peygamber efendimizin yaptığı herhangi bir davranışı beşer olarak mı yaptı, peygamber olarak mı yaptı, bunları bile tartışma ihtiyacı hissetmişlerdir. Yani ikisi bir bütündir.
Sahabe açısından bu problem değildi. Neden? Çünkü sahabe daha sonraki nesillerden farklı olarak birkaç avantaja sahipti. İlk olarak; Hz. Peygamber’in peygamberlik öncesini biliyordu birçoğu. Yani vahiy öncesi, risalet öncesi Mekke’de yaşayan Muhammed bin Abdullah’ı kendileri gibi çocukken gördüler, gençken gördüler, sürü otlatırken gördüler, beraber ticaret yaparken gördüler vs… Risalet geldi peygamberliğini de gördüler. Ve peygamber olarak gerek Mekke’de gerekse Medine’de, gerek yolculuklarda, gerekse savaşlarda, kendileri gibi etten, kemikten, ama her şeyiyle örneklik sergileyen bir peygamber gerçekliğini bizzat görerek yaşadılar. Mesela bizler okuyarak, duyarak, hissederek anlamaya çalışırken onlar dokunarak, beraber gülerek, beraber ağlayarak, beraber acıkarak, beraber savaşarak o gerçekliği yaşadılar. Dolayısıyla sahabe açısından fazla bir problem yoktu bence. Ancak daha sonraları şöyle bir problem baş gösteriyor: Efendimizin ahirete intikalinden sonra artık çocuklarına, torunlarına peygamberimizi anlatan sahabiler elbette 23 sene beraber yaşadıkları, risaletten öncesi ile birlikte 63 sene birlikte yaşadıkları o ‘sevgiliden’ ayrı kalmanın hasretiyle, aşkıyla, şevkiyle tutuşan kalpleri ve gönülleriyle peygamberi anlatmaya başladılar. Bu anlatma esnasında ‘gerçeklik’ yerini biraz hissiyata bıraktı. Artık, bilinen-yaşanan bir peygamber, yerini duygusal anlatımlara bırakabildi. Mesela bir iki örnek verecek olursak: Sahabeye soruyorlar: ‘Hz. Peygamber nasıldı, yani yüzü ne kadar parlaktı?’ Sahabe diyor ki: “dolunay gibiydi”, “kılıcın parlaklığı kadar beyazdı” Şimdi ‘gönül gözü’ böyle görüyor. Zaten birikmiş bir özlem var, özlediği içinde yıllar geçtikçe içindeki ihtiyaç gittikçe artıyor. Gönül gözüyle efendimizi öyle görmeye başlıyor. Oysa sirete Hz. Peygamberin hayatına baktığımız zaman aslında Türk filmlerinde olduğu gibi Peygamber Efendimizin yüzünden ışık huzmeleri falan yayılmıyor. Elbette nurani bir sima olacak ama Hz. Ebubekir ile peygamber efendimizin mübarek yüzleri arasında çok da hissedilebilir bir fark olacağını zannetmiyorum. Burada zannımla söylemiyorum. Şöyle delillendireceğim: Medine’ye hicret gerçekleştiğinde, Müslümanlar Peygamberimiz(as) ile Hz. Ebubekir’i coşkulu bir şekilde karşılıyorlar. Orada efendimiz bir ağacın gölgesine oturmuş istirahat buyuruyorlar. hoş geldinleri Hz. Ebubekir kabul ediyor. Medine’de Müslüman olmuş, peygamberimizi hiç görmemiş, ilk defa görecek insanlar Hz. Ebubekir’i peygamber zannetmiş. Ne zamana kadar? Güneş dönüp de Peygamberimizin mübarek üzerinden, vücudundan gölge sıyrılıp güneş vurunca Hz. Ebubekir cübbesiyle peygamberimizi gölgelendirmeye başlıyor. O zaman anlıyorlar ki Peygamber ayakta kalan değil yerde oturandır. Şimdi yüzü o sahabenin anlattığı gibi dolunay olsaydı veya kılıç gibi parlasaydı böyle bir yanılgıya düşülür müydü? Buradan biz neyi öğreniyoruz.
1-Peygamberimizin yüzünün o sahabenin anlattığı gibi olmadığını,
2-Bazı rivayetlerde olduğu gibi Hz. Peygamberin üzerinde bulut gezmediğini, öğrenmiş oluyoruz. Çünkü ağacın gövdesinde duruyor ve güneş kayınca gölge de kaymış oluyor. Fakat aynı sahneyi anlatan rivayetlerde şöyle bir ayrıntı çok hoştur: Yahudi bilginlerden Abdullah bin Selam dayanamamıştır, hakkında çok şeyler duymuştur, merak eder, gider peygamberin yanına, “Bir bakayım şu nasıl bir adammış” diye. Tabi bilge bir insan! Hz. Peygamberin yüzüne bakar bakmaz; “O’nun yüzüne baktım, gördüm ki, O asla bir yalancı yüzü değildir” diyor ve iman ediyor. Bakın İslam tarihinde, Peygamberimizin hayatı boyunca İslam’a giren Yahudilerin sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Bunlardan bir tanesi de Abdullah bin Selam’dır. Yani o keskin ve bilge bir göz, Hz. Peygamberin yüzünün en azından yalancı bir yüz olmadığını, samimi bir insan olduğunu ortaya koyuyor. Sahabede böyle bir ‘gönül dili’ kullanılmaya başlandığını görüyoruz. İlerleyen yıllarda, ancak bunlar genel olarak sahabeye bakıldığında oldukça azdır. Hadis tarihi açısından meseleye baktığımızda şöyle bir problem var, şu soruyu sorarak geçmiş olayım: Mesela Hz. Aişe annemiz peygamber efendimizle 8–9 sene birlikte yaşıyor, 2400’e yakın rivayeti var. Peygamberimizden hadisleri, sünnetleri naklediyor. Daha yakınlarda okudum, bu 2400 kadar rivayet içerisinde Hz. Aişe Peygamber Efendimiz hakkında herhangi bir olağanüstülük anlatmıyor. İlginçtir! Yok, böyle bir şey yok! Fakat Hz. Peygamber hakkında gelen olağanüstü, hissi mucizelerle ilgili, harikulade hadiselerle ilgili bu tür rivayetler belli sahabiler aracılığıyla geliyor veya belli sahabilere nispet ediliyor. Bunlardan bir tanesi, diyelim ki Enes bin Malik, bir tanesi Cafer bin Abdullah… Neden bu tür rivayetler o şahıslardan geliyor da Hz. Aişe’den gelmiyor? Hâlbuki Hz. Aişe Peygamberimize çok daha yakın. Bu bir sorudur. Bu soruya cevap verebilmek için bir röportaj yetersizdir. Belki doktora tezleri hazırlanmalı, detayıyla incelenmelidir. Ancak bir örnek olsun diye söyleyeyim. Mesela Sahih-i Müslim’de geçen bir rivayetimiz vardır. Hz. Peygamberin sütannesinin yanındayken göğsünün yarılmasına dair bir rivayet… Şimdi o rivayetin devamında Enes Bin Malik diyor ki: “Ben Hz. Peygamberin göğsündeki dikiş izlerini görüyordum.” Gerçekten dikiş izleri varsa bu izleri neden Hz. Aişe görmüyor, Hz. Hafsa görmüyor, Safiye annemiz görmüyor? Yani Peygamberimizin farklı zamanlarda kaç tane hanımı var, neden bu hanımlardan birisi görmüyor? Eşinin vücudunu hanımı daha fazla görecektir. Ama bu tamamen manevi bir arınma, manevi bir operasyon ama cismanileştirilmiştir, maddi bir hale dönüştürülerek anlatılmıştır ve bunun arkasından dikiş izleri de görülmeye başlanmıştır.
Tabi burada bunu söyleyen gerçekten Enes bin Malik midir? Yoksa gelişen peygamber tasavvuru hadisleşmiş ve bir şekilde Enes bin Malik’e mi nispet edilmiştir, bunları sorgulamamız lazım! İşte sahabe sonrasında özellikle 1. 2. ve 3. asırda Müslümanlar Ehl-i Kitap’la birlikte yaşıyorlardı. Hıristiyanlarla, Yahudilerle birlikte yaşıyorlardı. Birlikte yaşama kültürü içerisinde her din kendi peygamberini ve mucizelerini öne çıkarıyordu ki bu mucizeleri Kur’an da anlatıyor ve zaman içerisinde Müslümanlar Kur’an’ın peygamberlerle ilgili mucizelerini hem okuyup hem de duyduklarından dolayı Hz. Muhammed’de de benzer mucizelerin hasıl olduğunu ve daha iyisini daha üstününü ortaya koyduğunu ifade eden konuşmalara, rivayetlere yer vermeye başladılar ve ‘beşer resul’ olan peygamber adeta beşer üstü, hep mucizelerle ve harikuladeliklerle anılan bir tasavvura dönüşmeye başladı.

Z. Ş. Sağman: Bugün Hz. Peygamberi kendi şartları içinde değerlendirmek mümkün mü? Değerlendirirken kendi şartları içinde mi değerlendirmek gerekiyor yoksa bugünkü şartları esas alarak mı değerlendirmek gerekiyor?

B. Erul: İkisi birlikte… Şimdi şöyle düşünelim. Vahiy tecrübesini hatırlayın. Hira Mağarası’nda Mekke’deki birkaç muvahhid gibi peygamberimiz de inzivaya çekilmiş bir gün. Ansızın bir varlıkla karşılaşıyor “oku” diyor, “ben okuma bilmem”, “ne okuyayım” diyor. Ve neticede korkarak Mekke’deki evine geliyor. Hz. Hatice’ye “kendi hakkımda korktum” diyor. Hz. Hatice’nin peygamberi teselli edişi vardır burada. Peygamberimiz neden korkuyor? Mekke müşrik zihniyetinde cin, kahin, şeytan gibi farklı varlıklar ve bu varlıkların insan üzerindeki olumsuz etkileri çok ciddi bir etkiye sahip. Melek olduğu aklına bile gelmiyor çünkü peygamberlik beklentisi yok. Kur’an’ da zaten “sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin” diyor. Acaba “cin tasallutu altında mıyım” korkusu var. Yatağına giriyor, istirahat ediyor. Bizim daha önce de öğrendiğimiz peygamberlik tasavvurundan hareketle, bütün bu rivayetlerde Hz Hatice’nin şöyle demesi beklenmez miydi? “Sen niçin korkuyorsun ki, senin küçükken göğsün yarılmadı mı, bulut başının üzerinde gezmiyor muydu, sana Mekke’de taşlar, ağaçlar, kuşlar selam vermiyor muydu? Senin çok farklı bir varlık olduğun zaten hep belli değil miydi?” gibi şeyler demeliydi. Oysa Buhari ve Müslim’in ittifakla naklettikleri rivayete göre Hz. Hatice: “Allah’a yemin olsun ki, Allah seni asla rezil rüsvay etmez. Çünkü sen; akrabaları gözetir, muhtaç olanlara, yoksul olanlara kazandırır, güçsüz, zayıf, engelli olanları, onların sorumluluklarını yüklenir, doğru söyler, elinden hakları alınan hak sahiplerine yardım edersin” şeklinde beş yahut altı madde sayılıyor. Bu maddeler ilk inen ayetlerden birisinin açılımıdır aslında. “Şüphesiz ki sen büyük bir ahlak üzerinesin.” Hz. Hatice’nin peygamberle ticari, sonrasında ailevi ilişkileri var ve “böyle bir adama cin musallat olmaz” diyor. Bu şekilde bir tesellide bulunuyor. Bir hanımın eşine yapabileceği en büyük desteği sağlıyor. Ama bununla da kalmıyorlar, Varaka bin Nevfel’e gidiyorlar. Kaynaklarımıza göre de Varaka tevhid inancına sahip bir Hıristiyan… Peygamberimizi dinledikten sonra diyor ki “Bu, Musa’ya indirilen (büyük melek) namustur. Keşke kavminin seni çıkaracağı zaman yetişsem de sana destek olsam.” Varaka her şeyi fark ediyor. Bunu ikrar da ediyor.

Z. Ş. Sağman: Bunu sahabe mi yapmıştır yoksa Hıristiyan ve Yahudiyken Müslüman olanların söylediklerine binaen mi ortaya çıkmıştır?

B. Erul: Daha sonraki kuşaklar, yani sahabe döneminde vefatla birlikte biraz duygusal anlatımlar başlıyor. Asıl ‘beşer üstü’ hale çekme durumu daha sonraya sarkıyor gibi geliyor bana. Bu tür rivayetler daha sonra popüler kültür dediğimiz halk kültürüne intikal ettiğinde gerek halk kültüründe gerekse vaaz, nasihat, kıssa, hikâye türü kitaplarda çok ciddi anlamda yankılar buluyor. Pek çok uydurma rivayetler veya çok çok zayıf rivayetler peygamberimizi harikulade, olağanüstü göstermeye başlamakta beşer üstü bir varlık gibi göstermektedir. Bu, neticede bizim 14 asırlık İslam kültür tarihinde asırlardır tevarüs eden bir peygamber tasavvuruna dönüşmüştür. Şu anda halkımızın peygamber anlayışına baktığımızda Kutlu Doğum Haftalarında filan bu tür anlatımlara çok yer verilebiliyor. Bunlara baktığımız zaman halkı coşturabilmek, ağlatabilmek adına kullanılmaya başlanmıştır. Uydurma hadisler ve rivayetler hep malzeme olarak kullanılmaktadır.

Z. Ş. Sağman: Sadece ülkemiz insanının bir sorunu mudur bu tür bir peygamber tasavvuru?

B. Erul: Sadece bizde değil İslam âleminin tamamında… Hatta bu asrın başı veya önceki asırlara döndüğümüzde Ahmediye, Muhammediye türü kitaplar vardır. Bu tür kitaplar menkıbevi anlayışı desteklemiştir. Hatta enteresandır bundan 70-80 sene önce halkın elinde Kur’an yokken, Anadolu’nun birçok yerinde halkın elinde bu Ahmediye, Muhammediye türü kitaplar yaygındı. İnsanlar peygamberi Kur’an’dan anlamayı değil de bu tür kitaplardan okumayı, anlamayı yeğlemişlerdir. Ve cahiliye peygamber anlayışından sonra Yüce Rabbimizin ortaya koyduğu Kur’an-i peygamber anlayışı bir süre sonra tekrar cahili peygamber anlayışına, beşer üstü peygamber telakkisine dönüştürülmüştür. Yapılması gereken, Rabbimizin Kur’an’da Peygamberi nasıl anlattığına bakmak olmalıdır. Bizim bu uydurma hadislere aldanmamamız için yapmamız gereken tek şey, Yüce Allah’ın bize bahşettiği Kur’an’ı okumak ve anlamaktır. Biz yüksek lisans dersimizin birinde peygamberimizle ilgili Kur’an’daki ayetleri okuyoruz. Nüzul sırasına göre okuduğumuz zaman Peygamberimizi çok iyi tanıma imkânı buluyoruz. Kur’an’daki sureleri, hem Mekki hem de Medeni olarak inceliyoruz. Peygamber efendimizin zamanına ve o günün şartlarına göre değerlendiriyoruz. Muhammed bin Abdullah, Muhammed Rasulullah oluyor, bu bir süreç… Bu süreç içerisinde O(as) Allah tarafından inşa ediliyor. Kur’an Peygamber efendimizin içinden geçenleri bile bize bildiriyor.

Z. Ş. Sağman: Peygamberi tanırken bir takım sapmalarla karşılaşabiliyoruz. Mesela ne gibi sapmalarla karşı karşıyayız?

B. Erul: Sapmalarla ilgili birkaç tane farklı anlayış var. İlk olarak, uydurma, zayıf ve problemli rivayetlere dayanarak Hz. Muhammed’i abartarak anlatan, beşer üstü kılan ve O’nu örnek almamızı engelleyen bir üslup var. Kur’an’a baktığımızda bu rivayetler Kur’an’a aykırı, siret gerçeğine aykırı, Peygamberin sünnetine de aykırı aslında. İşte bunlar kutlu doğumlarda anlatılıyor. Efendimize karşı sınırsız sevgi ve saygı, ilmi verileri altüst ediyor. Doğruymuş, yanlışmış buna bakmıyorlar. Bir naatta, bir şarkıda bulunduğunda bu kısmen tolere edilebilir. Ancak bunlar ‘hakikatmiş’ gibi anlaşılmaya başlandığında büyük sorunlar ortaya çıkıyor.
İkincisi ise; Hz. Muhammed’i sadece vahiy yani Kur’an’ı getiren birisi olarak gören bir düşünce, başka bir uç yaklaşım… Bu da yanlış.
İlkinde peygamberi yücelteyim derken ilmi yanlışlıklara düşüp ayetleri ve hadisleri saptıran yanlış bir peygamber anlayışı görülmektedir. Bu yanlışlıkların sonucunda ‘Gel ey peygamber gel’ gibi cümleler kurulmaya başlandı. Ancak hepimiz bu dünyada yolcuyuz ve hepimiz bir gün bu dünyadan gideceğiz. Biz peygamberimizin ümmetinden olmak için çalışalım.
Kutlu doğumlarda da hep “gel, gel ey nebilerin nebisi” denir. Hep benmerkezci düşünülür. Biz duralım, O bize gelsin. Nereye davet ettiğimizi de bilmiyoruz. Öyle olmaktansa, hepimiz O’nun gittiği yöne doğru giden bir yolcuyuz. Öyle bir hazırlık yapalım ki O bize değil biz O’na doğru gidelim. Burada işin duygu yönü ağır basıyor. Kur’an’ın anlattığı peygamberi okumuyoruz.
Burada efendimizi daha yakından tanımamız için benim yöntem olarak söylediğim ikinci – üçüncü aşama var, onları da söyleyeyim. Kur’an’dan iyi bir zemin oluşturulduktan sonra, bir de efendimizi kendi dilinden anlamamız gerekiyor. Benim derlediğim yetmiş kadar hadis var, bunlar güvenilir hadis kaynaklarından seçtiğimiz hadisler. Efendimiz kendisi hakkında da konuşuyor. Teşbihlerle anlatıyor, ashabına bazı uyarılarda bulunuyor. Kendi dilinden kendisini nasıl anlatıyor, buna da başvurmamız lazım. Birinci aşama; Kur’an peygamberi nasıl anlatıyor, ikinci aşama; Peygamber kendisini nasıl anlatıyor? Sahih rivayetlerle bunları Kur’an ölçüsüne vurarak okuduğumuz zaman efendimizi daha yakından tanımış oluyoruz. Üçüncü aşamada da sahabenin tanıklığına başvurmamız lazım. Sahabe Hz. Peygamberi nasıl anlatıyor. O birlikte yaşayan insanların şahitlikleri, gözlemleri nelerdir? Buralardan hareketle peygamberimizi yakından tanıma gayreti içerisinde olmamız gerekiyor. Ancak Kur’an elimizde, onun ayetlerinin sıhhatiyle ilgili hiçbir şüphemiz yok; ama ikinci ve üçüncü maddede hep rivayetlerle karşı karşıyayız ve bu rivayetleri de tek tek değerlendirmemiz lazım. Çünkü uydurma rivayetler bazen peygamberin dilinden böyle bir formla da anlatılabiliyor veya sahabenin dilinden de anlatılabiliyor. Burada daha seçici olmamız gerekir.

Z. Ş. Sağman: Bu noktada “Usvetun hasene’yi konuşmak istiyoruz hocam. Değişen şart, farklı coğrafya, farklı düşünce parametreleri, çok farklı siyasi atmosferin hakim olduğunu biliyoruz. Mesela: ‘Çağdaş şöyle bir soruna, peygamberin şöyle güzel örnekliğinden, şöyle güzel bir sünnet çıkartabiliriz’ gibi, günün şartlarıyla örtüşecek somut birkaç örnek vermeniz mümkün mü? Bu bağlamda “usvetün haseneyi” açıklar mısınız?

B. Erul: Peygamber anlayışı üzerinde bu kadar konuştuktan sonra bütün bu tartışmanın devamı sünnet anlayışına geliyor. Sünnet derken neyi kastediyoruz, nasıl bir sünnet anlamalıyız ve bu anladığımız sünnet günümüzde ne işe yarar? Belki sorular bu minvalde geliştirilebilir. Son dönemde sünnet ile hadis arasında şöyle bir fark gözlemleyebiliyoruz. Hadis peygamber efendimizin dilinden sadır olan veyahut peygamber efendimizin hayatına dair anlatılan her türlü sözlü ve yazılı ifadeler. Sünnet ise peygamber efendimizin ortaya koyduğu, sergilediği örnek davranışlar. Öyle hadislerimiz var ki bundan hiçbir sünnet çıkmaz. Diyelim geçmiş kavimlerde şöyle şöyle birisi vardır dersin, bundan bir sünnet çıkmaz. Ama öyle hadislerimiz vardır ki ondan 3–5 tane sünnet çıkar. Sünnet nedir dediğimizde, mademki ‘usvetun hasene’ ayetine atıfta bulunduk, ayet ‘Allah Resulünde sizin için güzel örnekler vardır’ diyor.
Biz ayetleri bile hep cımbızlama yöntemle okuduğumuz için, bu ayet hangi bağlamda söylenmiştir, Kur’an bunu nerde, ne diye söylemiştir, siretin hangi döneminde, hadisesinde söylenmiştir, bunlara bakmamız lazımdır. Ayete baktığımızda; yaklaşık bir aylık çok çetin bir savaş olan Hendek Savaşı söz konusu… Düşman tarafı müşriklerden, bedevilerden, münafıklardan ve Yahudilerden müteşekkil bir müttefik güçlerden oluşmaktadır. Onun için “Ahzab” deniyor. “Ahzab” partiler, gruplar demek, yani karşı taraf dört farklı grup olarak toplanmış, Medine’ye doğru geliyorlar. Hz. Peygamber ashabıyla istişare ediyor ve neticede Selman-ı Farisi hazretlerinin de önerisiyle hendek kazılıyor günlerce. (Burada da çok abartılar var. Yani o kitaplarda verilen rakamları görseniz, bu kadar hendek ne zaman kazılabilir, hangi araç ve edevatla kazılabilir, bunları sorgulamamız lazım. Hiç kimsenin elinde günümüzdeki gibi modern kepçeler, greyderler yok. Belki ellerinde doğru dürüst kazma, kürek bile yoktu. Kazılan hendek en azından bir atlının atıyla karşıya geçemeyeceği kadar geniş bir hendekti, indiğinde de çıkamayacağı kadar derin.) tedbirler alınmış, çok zor ve ciddi bir savaş, yani adeta ölüm kalım savaşı, insanlar açlık çekiyor ve Hz. Peygamber bile bizzat hendek kazıyor, toz toprak içerisinde kalmış. Tam bu aşamayı Kur’an-ı Kerim böyle ifade ediyor. ‘Andolsun Allah’a ve Ahiret gününe iman edenler için Allah Resulünde güzel bir örnek vardır.’ Burada Hz. Peygamberin örnekliği o savaştaki cesareti, yorulmak bilmeyen enerjisi, düşman karşısında korkusuzca mücadele vermesi… Dört kuvvet birleşmiş, eğer hendeği geçseler Medine diye bir şey kalmayacak, belki Müslüman diye de bir şey kalmayacak. Ama Allah Resulü yine aynı cesaretle savaşıyor. İşte tam da bu noktada ‘usvei hasene’ diyor. Hz. Peygamberin usve (örnek) oluşu, öncelikle örnek davranışlarıyla oluyor. Bizde nerde ne zaman sünnet dense sünnet namazlar akla gelir, misvak akla gelir, çocukların sünnet olması akla gelir, sarık sarmak akla gelir… Hâlbuki ahlaki davranışlar, Muhemmed’ül Emin oluşu… Hz. Hatice’nin saydığı hususlar; dürüstlük, ahlakilik, erdemlilik, namusluluk… Bütün bunlar, hem Kur’an’ın öğretileridir, hem de sünnetin öğretileridir. Sünnet dendiğinde de aklımıza, dünyanın neresinde olursanız olun bir Müslüman bireyin veya toplumun kendi dinini, kendi kültürünü, kendi medeniyetini ortaya koyacak İslami güzellikler, öğretilerdir. Burada elbette belli detaylar vardır. Yemek yemeden önce el yıkamak sünnettir, besmele çekilmesi sünnettir, israfa varmadan yenmesi sünnettir, yemek yedikten sonra elhamdülillah demek sünnettir, tekrar elleri yıkamak sünnettir. Ama ne tür yemek? Masada mı yemek, yerde mi yemek, çatalla mı yemek, kaşıkla mı yemek, sıcak mı yemek, soğuk mu yemek, bu tür şeyler tamamen kültürel şartlarla ilgilidir. Bunlar sünnet değildir. Hz. Peygamberin belirlediği ilkeler, davranışlar vardır, bu davranışlar sünnettir. Peygamberimizin birçok davranışı peygamberimizin beşer olarak ortaya koyduğu davranışlardır. Bunların önemli bir kısmının ardında örf vardır, kültür vardır, iklim ve coğrafya şartları vardır, ekonomik şartları vardır. Bütün bunlar değişkendir. Hz. Peygamber Mekke’de, Medine’de yaşamasaydı da Erzurum’da yaşasaydı farklı kıyafetler giyecekti, orada hurma yerken, Ege’de yaşasaydı zeytin yiyecekti. Ama israfa kaçmadan, kibirlenmeden, şükrederek, nimetlerin hakkını yaşayacaktı. O sünnetler yine olacaktı, yine ortaya çıkacaktı. Bu bakımdan sünnet dediğimiz şey bizim adab-ı muaşeret dediğimiz, kültürümüze temel teşkil etmiştir. Geleneklerimizde sünnet olduğunu bilmediğimiz ama sünnet olan birçok davranış vardır. Bunlar güzel şeylerdir. Elbette işin içerisine bid’atlar, hurafeler de karışmıştır, bunları ayırt etmek gerekmektedir.

Z. Ş. Sağman: Peygamber efendimiz, Müslüman’ı nasıl bir İslam ümmetinin ferdi yapmak istiyor?

B. Erul: Efendimizle ilgili ayetlerden bir tane söyleyecek olursak: “Allah sizi Müslümanlar olarak isimlendirdi. Resul size örnek olsun siz de insanlara model olasınız diye…” Kur’an’ın meseleye yaklaşımı bu. Öyle bir Müslüman tasvir ediyor ki, örneğini, enerjisini, modelini Hz. Peygamberden alacak. Çünkü Hz. Peygamber kendi döneminde şahitti. Kendi döneminin tanığıdır, modelidir. İnsanlar onu örnek alarak güzel insanlar olmayı başarmıştır. O’nu örnek alarak asr-ı saadet gerçekleşmiştir. İşte Kur’an’dan ve sünnetten öğrendikleriyle bugünkü bilinçli bir Müslüman da yaşadığı bölgede bunu yapmak zorundadır. Örnek olacaktır. İnsanlar sizin yaşantınıza, sizin ahlakınıza, sizin tutum ve davranışlarınıza, sizin alışverişinize, hayatınıza bakacaklar haliniz modellik oluşturacak. Diğer insanlara örnek olmayı yapabiliyorsak Kur’an ve sünnetin ortaya koyduğu öğretileri, helâlıyla-haramıyla, sünnetiyle, hikmetiyle bunları gerçekleştirirsek belki o zaman peygamberin ümmetinin ferdi olmayı hak ederiz. İşin şiirsel ifadelerle, görsel yapıtlarla peygamber sevgisini izhar etmek, güllerle-gülümsemelerle peygamberi anmakla mesafe katedeceğimizi zannetmiyorum. Gözyaşı dökmek çözüm değil, ağlamak değil anlamak zorundayız. Ne zaman ağlamayı bırakıp da anlamaya çalışırsak peygamberimizin iftihar ettiği ümmetlerin arasına girebiliriz. Önemli olan iman, önemli olan ibadet, önemli olan ahlak, önemli olan kişilik… Bunları ihmal ediyor, sünneti sakalda, sarıkta, misvakta arıyorsak, asıl sünneti anlamıyoruz demektir. Asıl sünnet dürüstlüktür, samimiyettir, ahlaki olgunluktur, doğruluktur. Bütün bunları gerçekleştiriyorsanız sünneti o zaman yapmış olusunuz. Sağlıklı bir iman anlayışı, sağlıklı bir peygamber ve sağlıklı bir sünnet anlayışı ve bunlarla amel etmek gerekiyor.

Z. Ş. Sağman: Son olarak da; kutlu doğum haftalarına değinelim istiyoruz. Nedir ‘kutlu doğum haftaları’ bu haftalarda yapılan etkinlikler ve bu etkinliklerde çokça kullanılan ‘Gül’ figürüyle birlikte, ‘hoşgörü ve sevgi peygamberi’ söylemleri… Bu tür geleneklerin Müslümanlar açısından faydaya dönüştürülecek yanı var mıdır? Nedir?

B. Erul: Bu kutlu doğum, mevlidi nebevi vs. çok sonraları ortaya çıkan şeylerdir. Kutlu doğum programları Türkiye için yirmi senedir yapılıyor. Mevlid geceleri zaten var. Bunlar işin merasim boyutu. Şöyle bir şey de var, bunların sonradan çıkan, dini bir temeli olmayan dini temeli olmayan şeyler olduğunu bilmekle birlikte, bunları tamamen kültürel, folklorik bir zenginlik olarak görmemiz gerekiyor. Bu tür gecelerde vaizler, hatipler insanlara doğru bilgiler veriyorsa, bu merasimlerin dini değil, tamamen kültürel olduğunu söylüyorsa, bu vesileyle peygamberi anlamaya çalıştığımızı söylüyorlarsa bir sakıncası yoktur. Bu tür programlar Hz. Peygamberi anlamamıza, o nebevi öğretiyi kitlelere iletmemize vesile oluyorsa bunu kenara atmamalıyız.

Z. Ş. Sağman: Hocam kanaatlerinizi biz ve okurlarımızla paylaştığınız için çok teşekkür ediyoruz…

B. Erul: Ben çok teşekkür ederim.

 

(Nida Dergisi 126; 2008 Nisan sayısında yayımlanmıştır.)

Tepkinizi İfade Edin
Like
Love
Haha
Wow
Sad
Angry

* Kaynak belirtmek suretiyle alıntı yapılabilir.
* Yazarın düşüncesi, sitenin genel düşüncesinden farklı olabilir (Düşünce farklılığı zenginliğimizdir).
* Yazının tüm sorumluluğu yazarın şahsına aittir.

0 0 Oy
Gönderiyi Puanla
Abone ol
Bildir
guest
0 Yorum
Satır İçi Geri Bildirimler
Tüm yorumları gör

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu
0
Düşüncelerinizi bildirmek ister misiniz, lütfen yorum yapınx