ANALİZARAŞTIRMADENEMELERHADİSKUR'ANSİYERTARİHTÜRKİYE GÜNDEMİYAZILAR

Sünnet Algımız

Sünnet tasavvurumuz 

KENDİ BİLGİ SİSTEMİMİZİN İÇ ÇELİŞKİSİNİ ELE ALIP GİDERMEDEN, RAKİP BİLGİ SİSTEMİ İLE SAĞLIKLI BİR DİYALOGA GİRMEMİZ ZOR GÖRÜNÜYOR.

SÜNNETİ-HADİSİ VAHİY İLAN ETMEK, CERH VE TADİL ULEMASINA BİR SÖZÜN VAHİY OLUP OLMADIĞINI BELİRLEME HAKKI VERMEK, VAHYİN TESBİTİNİ İÇTİHADA BIRAKMAKTIR.

SÜNNET KAVRAMINA KUR’ANİ BİR KARŞILIK ARAYAN İLK KİŞİ İMAM ŞAFİİ’DİR. ŞAFİİ “EPİSTEMOLOJİK DEVRİM” DİYEBİLECEĞİMİZ ÜÇ ŞEY YAPMIŞTIR.

MUHAKKİK SAHABE SADECE HZ. RASUL’ÜN NE YAPTIĞINA BAKMIYOR, “NİÇİN YAPTI” SORUSUNUN DA PEŞİNE DÜŞÜYOR.

EBU HANİFE VE ARKADAŞLARI SÜNNETİ VE HADİSLERİ PEYGAMBERİMİZİN KUR’AN’A DAİR RE’Yİ OLARAK GÖRÜR.

EBU HANİFE VE ARKADAŞLARINA GÖRE EFENDİMİZİN RİSALET MİSYONUNA DAİR OLANLARI (NEBEVİ ÖRNEKLİK ANLAMINDA) SÜNNET, RİSALET MİSYONU DIŞINDA KALANLARI İÇTİHATTIR.

DİN İNSANIN KERAMETİNİ KORUMAK İÇİNDİR. DİNİ İNSANIN KERAMETİNİ YOK ETMEK, İZZETİNİ AYAKLAR ALTINA ALMAK İÇİN KULLANAN DİNDARLIĞA VEYL OLSUN!

SÜNNET KOYMAK, NORM KOYMAKTIR VE NORMU ALLAH KOYAR. ÖRNEKLİK İSE FORMDUR. FORMU NEBİ KOYAR.

BİZE ALLAH’IN VAHYİNİ TAŞIYAN SEVGİLİ PEYGAMBERİMİZ BİZİM İÇİN EBEVEYNİMİZDEN, HATTA KENDİ BENLİĞİMİZDEN DAHA ÖNCELİKLİDİR.

HADİS İDEOLOJİSİ YANDAŞLARININ TEZİNE EVET DEMEK, İSLAM’IN GENLERİYLE OYNAMAK DEMEKTİR. GENETİĞİ DEĞİŞTİRİLMİŞ BİR DİN ŞİFA VERMEZ HASTA EDER.

NEBEVİ ÖRNEKLİK KONUSUNDA İKİ TAVIR HEP OLACAKTIR: EBU BEKİR VE ÖMER TAVRI. İLKİ HZ. PEYGAMBER’İN ŞAHSINA, İKİNCİSİ KUR’AN’A BAKARAK MÜSLÜMAN OLDU.

Evin içini düzenlemek: özeleştiri;

Farklı bilgi sistemleri arasındaki çelişkiler zamanında yaşıyoruz. Fakat kendi bilgi sistemimizin iç çelişkisi, rakip bilgi sistemiyle bizim bilgi sistemimiz arasındaki çelişkiden daha çok zarar veriyor. Kendi bilgi sistemimizin iç çelişkisini ele alıp gidermeden, rakip bilgi sistemi ile sağlıklı bir diyaloga girmemiz zor görünüyor.

Üçüncü binde İslam’ın konumunu biraz da Müslümanların kendi evlerinin içini düzenleme becerileri belirleyecektir. Müslümanlar kendi evlerinin içini düzenleme konusunda geçmişte olduğu gibi sahte mazeretlere sığınırsa, bir kez daha tarihi ıskalamış olacaklar.

Özeleştiri farzın da farzı olan efrazdır. Zira eleştiri istiğfardır. Kur’an istiğfarı emreder. Kur’an sadece kötüleri eleştirmekle kalmaz. İyileri de eleştirir. İşte Adem’in isyan ve sapması, Musa’nın haksız yere kaza cinayetiyle adam öldürmesi, Yunus’un kaçak bir köle gibi kaçması, Davud’un önce hata işleyip ardından tevbe etmesi buna örnek. Kur’an, böyle yapmakla, mü’minlerine bir özeleştiri geleneği inşa etmelerini telkin eder. Mü’min muhatapları eleştirir. Nasr, Tevbe, Nur, Hucurat, Nisa sureleri gibi birçok sure özeleştiri sureleridir. Bizzat Hz. Peygamber’i eleştirir. “Allah seni affetsin; niçin izin verdin?”, “Nereden biliyorsun?”, “Onların arınmamasından sana ne?”, “Onlara uyma!”, “Eğer onların yolundan gidersen…” gibi azar cümleleri barındırır.

Fakat Müslümanlar, nadir istisnalar hariç, ısrarla iç eleştiri yapmamakta direnirler. Müslümanların hep mazeretleri vardır. Bünyeden kaynaklanan her köklü problemde hep dışarıyı işaret ederler. Suçlu ötekidir. Öteki her seferinde değişebilir. Haçlı Sürüleri, Vahşi Moğollar, Sömürgeci Batılılar… Aydınları ve âlimleri, kendilerinden bekleneni yapamadıklarında suçlayacakları komşu bilgi blokları da hazır: İsrailiyyat, Mesihiyyat, Yunan Felsefesi, Pers siyaset tarzı… Hatta bu ‘ben yapmadım o yaptı’ tarzı öylesine sindirilmiştir ki, bu uğurda muhayyel ve efsanevi düşmanlar icat edilmiştir.

Müslümanların iç eleştiriden anladığı, kendi mezheplerinden ve meşreplerinden olmayana yönelttikleri saldırgan, dışlayıcı, ötekileştirici, yer yer tekfirci tavırdır. Bu da yukarıdakiler gibi bir kaçıştır. Üstelik bu kaçış kendinden, kendi iç gerçeğinden kaçıştır. Ağzına kadar çelişki ve tutarsızlıklarla doludur.

Sonuç bellidir: Kendini savun, ötekini suçla. Tıpkı huysuz ve mızmız bir çocuk gibi… Bu savunmacılık ve suçlamacılık yer yer, Kur’an’ın muhatabına kazandırmak için adeta çırpındığı ‘furkan’ niteliğini yok eden bir virüse dönüşür. Bu ‘her şey dâhil’ bir savunmacılıktır. Kendini hasta eden şeyler de dâhildir bu savunmaya. Suçlama üzerine kurulu olan bu savunmacılık hep toptancı, süpürücü, dışlayıcı ve ötekileştiricidir.

Taktik bellidir: Başkalarını suçla, fakat sakın kendini değiştirme. Aynı şeyleri yap, farklı sonuç bekle. O sonucu elde edemeyince ‘kader’ de, ‘yazgı’ de, ‘zaman’ de, ‘talih’ de, ‘şans’ de, ‘uğur’ de, ne dersen de. Fakat sakın ‘estağfirullah’ deme.

Bu Müslümanları ‘kapalı havza toplumu’ haline getirip Yahudileştiren travmatik bir durum. Kapalı toplumlar bir türlü büyüyüp gelişemezler. Kendi kendileriyle yetinirler. Kendilerini kutsar, başkalarını suçlar ve yok sayarlar. Kapalı dünyalar, çatışmadan beslenirler. Zira çatışma içe kapanmayı mazur kılar. Bu birbirini besleyen bir kısır döngüdür. Çatıştıkça kapanır, kapandıkça çatışırlar.

Nebevi örneklik: sahabenin tutumu

Örnek alışlarıyla örnek olan sahabe nebevi sünnete yönelik iki paralel tavır geliştirmiştir. Bunlardan birine “Bekri”, diğerine “Ömeri” tavır diyebiliriz.

Bekri tavır Peygamber’in örnek şahsiyetini, yüce ahlakını herşeyden önde tutar ve referans alırken Ömeri tavır Kur’an’ı esas, menba ve melce’ olarak önceler, nebevi sünneti ise vahyin ışığında okur.

Bekri tavırda his ve heyecan hakimken, Ömeri tavırda akıl ve hikmet öne çıkar. Birincisi tikel örneklikleri, lafzı ve formu önemserken ikincisi tümel örnekliği, mana ve makasıdı hedefler.

İslam tarihi boyunca bu iki ekol sürdü, bundan böyle de sürecektir. Hz. Peygamber’in şahsına bağlılık İslam irfanının yolu oldu. Hz. Kur’an’ın ilkelerine bağlılık ise nisbeten mahzun kaldı.

Hz. Kur’an bu ikinci yolu destekliyordu. Nebi’nin beşerliğini vurgulaması, onu şari değil müteşerri olarak tanıtması, onun sözün önüne geçmemesini ihtar etmesi, onu uyarması ve azarlaması. Sünneti, Nebi’ye nisbetle bir kez bile kullanmaması, bunun delillerindendi.

Kur’an gibi Hz. Peygamber de Ömer’in yolunu destekliyordu. “vahiy kâtipleri” var fakat “hadis katipleri” yoktu. Nebi’nin, Allah’ın emirleriyle kendi nafilelerinin arasını ayırmadaki titizliği bunun göstergesiydi. Kendisini Allah ile bir zamir içinde anan kişiye “Sen ne kötü bir hatipsin!” diye çıkışması da bu titizliğin bir göstergesiydi.

Hz. Nebi’nin davranış ve sözlerine, en azından İbn Hibban’ın et-Tekâsim ve’l-Envâ’da yaptığını yapacak bir temyiz ile yaklaşmak lazım. Nasıl mı? Mesela “Hz. Peygamber’in insan olduğu için yaptıkları ve söyledikleri”… Hz. Peygamber’in Arap olduğu için yaptıkları ve söyledikleri… Hz. Peygamber’in nebi ve rasul olduğu için yaptıkları ve söyledikleri… Eğer onun insan ve Arap olduğu için yaptıkları ve söyledikleriyle nebi ve rasul olduğu için yaptıkları ve söylediklerini aynı torbaya doldurur üzerine de “din” yazarsanız, siz insanları Allah’a değil Arab’ın örf ve adetine çağırmış olursunuz. Bu çağrınızın kabul görmemesi bir kayıpsa, kabul görmesi bin beladır. Zira o zaman da pirincin taşını ayıklayamazsınız.

Sahabenin nebevi sünnete farklı yaklaşımına dair çarpıcı birkaç örneğe “nebevi örnekliğe (sünnete) bakışın özeleştirisi” başlığı altında yer verilecektir.

Sünnet kavramlaştırmasının özeleştirisi

Sünnet, Kur’ani bir kavramdır. Kur’an-ı Kerim’de 14 yerde tekil, 2 yerde çoğul isim olarak gelir. Kavram, Mekki ve Medeni sureler arasında nisbeten dengeli bir dağılım gösterir, vahyin iniş sürecinde, semantik bir değişim göstermez.

Mutlak ve mücerret olarak “sünnet”in Allah Rasulü’ne nisbeti hem dil hem de din açısından yanlıştır. Zira dilde “sünnet” hem olumlu hem olumsuz olarak kullanılır. Eğer kullanılacaksa “nebevi sünnet”, “sünnet-i rasul”, “Nebi’nin sünneti” gibi terkip halinde kullanılmalıdır. Sünnet, Kur’an’daki usve (örnek) yerine ikame edilmiştir. Kur’an biz mü’minlere Allah’ın Rasulü’nü “örnek” olarak gösterir (33:21).

Hadisile arasındaki ayrım kasten silikleştirilen sünnet kavramı; 1) Kur’an’a eş değer, 2) Kur’an’a paralel bir vahiy ilan edilmiştir. Bu ilan, her açıdan beşeri yorum üzerine bina edilmiştir.

Buradaki asıl tehlike, bir sözün vahiy olup olmadığının indi yorumlarla belirlenebileceğini kabul etmiş olmaktır. Sünneti-hadisi vahiy ilan etmek, cerh ve tadil ulemasına bir sözün vahiy olup olmadığını belirleme hakkı vermektir. Bir başka ifadesiyle, vahyin tesbitini içtihada bırakmaktır. Ravi “güvenilir” diyene göre vahiy ilan edilen bir davranış veya söz, ravi “güvenilmez” diyen öbür hadisçiye göre “vahiy” olmaktan çıkmaktadır. Bu düpedüz beşeri olanın ilahileştirilmesidir. Kur’an bilgi sisteminin iki ayağını oluşturan “gayb” ve “şehadet”in (59:22) yanına, zanna dayalı protez bir ayak eklemektir. Zannın hiçbir türü hakikatin yerini tutamaz (10:36). Zanna dayalı spekülatif bilgiyi hakikatin içine katmak, zannı hakikat yapmaya yetmez, fakat hakikate şaibe bulaştırır.

İçinde “sünnet” geçen ve Hz. Peygamber’e isnat edilen rivayetler, tüm rivayetler gibi Kur’an’a arz edilmelidir. Kur’an’a arz yöntemlerinden biri de, rivayeti Kur’an’ın diline arz etmektir. Burada cevabı hayati önem arzeden bir soru gündeme geliyor:

Hz. Peygamber’in vahiy dışı, Kur’an’ın nakletmediği bir “din dili” olabilir mi?

İki sebepten olamaz:

  1. Her peygamber, kavminin lisanıyla gönderilmiştir (14:4). Peygamberimizle gönderilen vahiy de, onun lisanıyla gelmiştir. Bu, ona inen ilahi hitabın onun bildiği söz dağarcığını kullandığını, yani vahyin din dili ile Rasul’ün din dili arasında ana kavramlar düzeyinde bir farklılık olamayacağını gösterir.
  2. Peygamberimiz “Ümmi Nebi”dir. Onun din dilini Kur’an oluşturmuştur. Vahyin inişinden önce o “Kitap nedir iman nedir bilmezdi”. Bu hakikat, Kur’an’la sabittir (42:52). Dolayısıyla onun Kur’an dışında bir din dili kaynağı yoktur ki, Kur’an’ın kullanmadığı bir ana kavramı Rasul kullanmış olsun.

Allahu a’lem, Allah Rasulü’nden sonra “sünnet” kavramının sevgili Peygamberimize mutlak olarak isnadı söz konusu değildi. Ancak “Nebi’nin sünneti” gibi terkipler içinde kullanılmış olabilir. Zira daha Raşit halifelerin kendi tercihlerine has uygulamalar, onların ardından “Ömer’in sünneti”, “Osman’ın sünneti” diye isimlendiriliyordu. Muhtemelen “Nebi’nin sünneti” benzeri terkipler, ilk defa, diğer sünnetlerle karışmasını engellemek için kullanılmış olsa gerektir.

İçinde sünnet lafzı geçen hadislerden “Kim güzel bir sünnet koyarsa” hadisi, kavramın Arap dilindeki konuluş anlamıyla en uyumlu rivayetlerden biri olarak görünüyor. Zira bu hadise göre sünnet koymak sadece Nebi’ye has bir hususiyet olmadığı gibi, sünnet sadece olumlu davranışlara da hasredilmiyor. Zaten sahabe döneminde de sünnet koymaktan bu anlaşılmıyor.Nehcü’l-Belâğa’da Hz. Ali’den nakledilen bir hutbede geçen “Nebi’nin sünneti” terkibi de bu vurguyla kullanılıyor.

Sünnet’in yalnızca Nebi’ye mi, yoksa onunla beraber sahabeye de mi ait olduğu tartışmasında, kendince ilk kural koyma teşebbüsünü Nebi’den en az 100 yıl sonra İbn Şihab ez-Zühri (ö. 124) belirliyor. Fakat ölümü H. 179 olan İmam Malik’inMuvatta’ında bile “sünnet” kelimesini mücerret olarak değil terkip halinde görüyoruz.

Sünnet kavramının mücerret olarak Hz. Peygamber’in davranışlarını ifade etmesi için, yaklaşık iki asır geçmesi gerekmiştir. Sünnet kavramına Kur’ani bir karşılık arayan ilk kişi İmam Şafii’dir. Şafii “epistemolojik devrim” diyebileceğimiz üç şey yapıyor:

  1. Kendisinden önce Evzai gibi rey karşıtı ve hadis ideolojisi yandaşı isimler tarafından dile getirilen sünnet ve hadisin vahiy olduğu tezini açıktan savunuyor. Bu arada sünnet ile hadis arasındaki ayrımı da belirsizleştiriyor. El-Ummisimli eserinde,Sunnetu rasulillah vahyun (Allah Rasulü’nün sünneti vahiydir) iddiasında bulunuyor.
  2. Bu iddianın bir devamı olarak sünnet’in hükmünü Kur’an’la eşitliyor ve ona uymanın Allah tarafından farz kılındığını öne sürüyor: Faradallahu ‘ale’n-nâsi ittibaa vahyihi ve suneni rasûlihi(Allah insanlara vahye ve Rasulü’nün sünnetine uymayı farz kıldı).
  3. Sünnet kavramını, Kur’an’a rağmen, semantik bir dönüşüme tabi tutarak, Kur’an dışında ikinci ve paralel bir kaynağa dönüştürüyor. Hz. Aişe’nin “Onun ahlakı Kur’an’dı” anlayışının yerine, “Onun sünneti/hadisleri vahiydir” anlayışını yerleştiriyor. Şafii bir yandan “Sünnet’in aslı Kur’an’dır” derken, öte yandan vahiy ilan ettiği “sünnet”i, Kur’an’a paralel ikinci bir asıl olarak vaz ediyor.Sonunda sünnet, “Kur’an’ın ortağı” haline getiriliyor.

Ancak çok temel bir sorunu çözmesi lazım geldiğini görüyor. Kasdettiği manada “sünnet”in Kur’an’da yer almadığının o da farkında. Bu kez sünnet kavramının Kur’an’da karşılığını arıyor. Bu, gerçekten şaşırtıcı bir durumdur. Zira bu kavram Kur’an’da tekil olarak 14 kez aynen geçiyor. Bu bir şeyi gösteriyor: Şafii’nin, Kur’an’da geçen sünnet kavramında aradığını bulamadığını. Şafii, er-Risale’de sünnet’in Kur’an’daki karşılığının “hikmet” kavramı olduğunu söylüyor. Buna da Bakara 129, 151, 231; Âl-i İmran 164; Cuma 2; Nisa 113; Ahzab 34 gibi ayetleri şahit gösteriyor.

Öte yandan, Kur’an’da içinde hikmet geçen ayetleri kendi içinde bir bütün olarak incelediğimizde, bu ayetlerde geçen el-kitâb ve’l-hikme ibarelerindeki kitâb lafızlarının Kur’an’a has değil, onu da içeren genel bir lafız olduğunu görüyoruz. Şafii’nin şahit gösterdiği yedi ayetin hiç birinde de hikmet “Sünnet-i Muhammed” anlamında kullanılmıyor. Mesela Âl-i İmran 48 ve 79’da “kitab ve hikmet” İsa b. Meryem’e isnatla kullanılıyor. Âl-i İmran 81’de İsa’nın kavmine, Nisa 54’te İbrahim Ailesi’ne isnatla kullanılıyor. Yine İsrailoğulları ve İbrahim kavmini muhatap alan Casiye 16 ve En’am 89’da terkip “kitab ve hüküm” olarak geliyor. Bu ayetler de gösteriyor ki, “kitab ve hikmet/hüküm” iki elemanlı bir terkiptir ve Muhammedi risalete hasredilemez. Mesela “Doğrusu Biz İsrailoğullarına kitab ve hüküm verdik” (Casiye 16) veya “Biz İbrahim Ailesine kitab ve hikmet verdik” (Nisa 54) ayetinden yola çıkarak, “İsrailoğullarına verilen sünnet de ne ola ki?” veya “İmran Ailesi’ne verilen sünnet de ne ola ki?” soruları cevapsız kalıyor. Hepsinden öte, ne Hz. Nebi’den, ne de sahabeden bu yorumu destekleyen bir tek yorum gelmişken, hikmet’i sünnet’in yerine ikame etmenin ne kadar isabetli bir yaklaşım olduğu ortadadır.[1]

Bütün bunlar bir yana, asıl cevaplanması gereken şu sorulardır: İkisi de Arapça olan ve yine ikisi de Kur’an’da yer alansünnet ve hikmet kelimelerini eşanlamlı saymanın mantığı nedir? Kur’an’da kullanılan 14 sünnet lafzı ile ifade edilmeyen mananın, hikmet lafzı ile ifade edilmesinin hikmeti nedir?

Nebevi örnekliğe (sünnete) bakışın özeleştirisi

Nebevi sünnet konusundaki sorun sadece kavramsallaştırmayla sınırlı değildir. Nebevi sünnetin nasıl anlaşılacağı da daha başka ve daha büyük bir sorun teşkil eder.

Muhakkik sahabenin nebevi örnekliğe bakışıyla Şafii’ninki arasında hayli fark var. Muhakkik sahabe sadece Hz. Rasul’ün ne yaptığına bakmıyor, “niçin yaptı” sorusunun da peşine düşüyor. Allah’ın emrinin teşebbuh (taklit ve benzemek) değil teessi(örnek almak) olduğunu biliyor. Onun için Hz. Peygamber’in yaptığını taklit etmeyi değil, maksadını gözetmeyi hedefliyorlar. Onlara göre ‘sünnet’ Kur’an’ın ortağı değil, Kur’an’ın Hz. Peygamber’in davranışlarındaki yansıması.

İşte bir örnek: Halife Ömer hac döneminde umreyi yasakladı. Oğlu Abdullah bu yasağa uymadı ve şöyle itiraz etti: “Rasulullah yaptığı halde babam yasaklamışsa, babamın emrine mi Rasulullah’ın emrine mi uyacağız, ne dersiniz?” (Tirmizi,Hac 12) Hz. Ömer’in bu tasarrufunu Cassas ve İbn Kayyım tevil etmişler. Fakat bu tür teviller ölüye elbise dikme kabilinden olduğu için, olanı izaha kâfi gelmiyor. Belli ki Hz. Ömer Nebi’nin davranışlarına sonrakilerin zihni kalıplarıyla bakmıyor. Kaldı ki, bu tek örnek değil. İkindiden sonra kılınan sünnet, teravihin cemaatle kılınması, bir seferde üç talak gibi daha birçok örnek var. Bu Hz. Ömer’le sınırlı da değil. Mesela Hz. Osman Cuma namazında ikinci bir ezan ihdas ediyor. Zira ihtiyaç hâsıl oluyor. Buna “Osman’ın sünneti” adı veriliyor. Hz. Ali’nin de benzer uygulamaları oluyor.

Soru şu: Hz. Ömer Nebi’nin sünnetine karşı mı geldi? Sahabe içinde o dönemde böyle düşünenler çıkmış. İşte oğlu Abdullah bile bunu ima ediyor. Fakat durum böyle değil. Hz. Ömer Nebevi örnekliğe karşı çıkmıyor, Nebi’nin maksadını gözetiyor. Taklit etmiyor, tahkik ediyor. İşte teessi budur. Burada sorun Hz. Ömer’in sünnet anlayışının Şafii’nin oluşturduğu standartların dışında kalmasıdır.

Ehl-i Rey bu tahkikçi damarın takipçisi oluyor. Nebevi örnekliği Peygamber’i taklit olarak anlamıyorlar. Aksine Peygamber’in yaptıklarını anlamak ve onları onun maksadını gerçekleştirmek için yapmak olarak anlıyorlar. Ehl-i Rey’den Rebia b. Abdurrahman, “suça eşdeğer bir karşılık” anlamına gelen kısas konusunda akleden kalbini çalıştırıyor. Said b. Müseyyeb’e “Kadının kesilen parmağı arttıkça diyeti azalıyor mu?” diye haklı olarak soruyor. İlmiyyat talep eden bu soruya, hissiyat ile cevap veriliyor. Tabi ki tatmin etmiyor.

Ehl-i Rey’in en ünlüsü İmam Azam Ebu Hanife’dir. Ebu Hanife ve arkadaşlarının sünnete bakışı özetle şudur: Sünnet ve Hadisler Peygamberimizin Kur’an’a dair reyidir. Risalet misyonuna dair olanları (nebevi örneklik anlamında) sünnettir, risalet misyonu dışında kalanları içtihattır.

Ebu Hanife mümeyyiz bir aklı temsil etmektedir. Ona göre sahabe hepsi de planyadan çıkmış bir topluluk değildir. İçlerinde dinde derin anlayış sahibi olanlar olduğu gibi olmayanlar da vardır. Bu ikincilerden gelen rivayetler, “nakleden sahabe fakih değildir” gerekçesiyle göz ardı edilebiliyor. Ebu Hanife hadisleri Kur’an’a arz ediyor. Tıpkı “Bir mü’min, bir kâfire karşılık (kısasen) öldürülemez” rivayetinde olduğu gibi. Bu tür tasarruflara karşı yapılan itirazları Ebu Hanife; “Kur’an’a aykırı hadisi red Nebi’yi red değildir” diye cevaplıyor.

Ebu Hanife’nin bu tavrı Hanefi usulcülerince şöyle formüle edilmiştir: Sünnet hadise tercih edilir, kıyas haber-i vahide tercih edilir, istihsan (alimin kendisini ikna eden şahsi kanaati) kıyasa tercih edilir. Bu formülün kendi içinde hayli cesur olduğu su götürmez.

Ebu Hanife bu yüzden iftiralara uğrar. Ona en çok iftira atan da hadisi ideolojileştiren hadisçilerdir. İbn Ebi Davud, “Ebu Hanife’yi kötüleme hususunda ulemanın icmaı vardır” diyebiliyor. Tabi ki onun “ulema” dediği, hadis ideolojisi taraftarı olan hadisçiler. Süfyan b. Uyeyne ve Süfyan es-Sevri, Ebu Hanife’nin iki kere tevbeye çağrıldığını söylüyorlar. “Tevbeye çağırmak”, dinden çıkan için kullanılan bir ıstılah. Bu nasıl bir iş? İşin aslını Ebu Nuaym’ın Kitabu’d-Duafa’sından öğreniyoruz: “Ebu Hanife Kur’an’ın mahlûk olduğunu söyledi. Bu rezil sözünden dolayı birçok defa tevbeye davet edildi.” Ebu Nuaym’ın insaf şakülünün ne kadar kaydığına bakın ki, sözün arkasına “Sözünden dönmediği için zindandan ölüsü” çıktı diye ekleyemiyor. Bunun çevrisi şudur: Ebu Hanife iktidarın tezini savunmadı, zalim yöneticilerin çanağını yalamadı ve bu yüzden de işkencelere uğradı ve sonunda zulmen öldürüldü.

Bilindiği gibi Ebu Hanife Mansur’un zindanına diri girmiş ölüsü çıkmış, şehid edilmiştir. Hadisçi Süfyan es-Sevri’nin onun şahadetine tepkisi şöyle olmuş: “Elhamdülillah! O İslam’ı ilmek ilmek çözen birisiydi! İslam’da ondan daha uğursuz biri doğmamıştır”.  Bildiğiniz bilmediğiniz hadisçilerin hemen tamamının onu itibarsızlaştırma korosuna katıldığını görürsünüz. Hepsini nakledersek sayfalar tutar. Hadisçi İbn Ebi Şeybe, hızını alamamış olacak ki, “Onun bir Yahudi olduğu kanaatindeyim” der. Ebu Hanife’ye hadisçi kininin nerelere kadar çıktığını hadisçi Ukayli’de görüyoruz: “Yalancı, güvenilmez, sahtekâr, küfre düşen biri”… Sunu söyleyeyim de gerisini anlayın: Bir hadisin sahih olup olmadığı ideolojik tarafgirlikle kantarlarının topuzu hepten kaymış olan bu gibi cerh ve tadil ulemasının koyduğu ölçülerle sabit oluyor. Eğer ‘hadisler vahiydir’ diyenlere inanırsanız, bir sözün vahiy olup olmadığını, insaf ve adalet ölçüsünü kaçırmış olan bu gibi isimler belirliyor.

Ebu Hanife’nin hadis ideolojisinin ve taraftarlarının iç yüzünü bildiğini, İbn Ebi Hatim’in onu karalamak için Kitabu’l-Cerh’inde naklettiği şu sözden anlıyoruz. Ebu Abdirrahman el-Mukri’den: “Ebu Hanife bize hadis rivayet eder, sonunda da bu duyduğunuz şeylerin hepsi herzedir” derdi (VIII, 450). Büyük İmam ne güzel demiş. Uydurduğu herzeleri Allah Rasulü’nün ağzına koyduklarını ima etmiş. Bu yerinde tesbitle kendilerine çekidüzen vereceklerine, onu taşlamaya çalışmaları, hatayı hıyanete dönüştüren bir tavırdır. Aynısını ondan 12 asır sonra gelen Akif’imiz de söylüyor: “Yıkıp şeriatı bambaşka bir bina kurduk / Nebiye atf ile binlerce herze uydurduk”.

Bunlar Ebu Hanife’ye yapılan hadisçi saldırılarının zekatı değil. Merak eden, yine hadis ideolojisinin bir müntesibi olan Bağdadi’nin Tarihu Bağdad’ındaki ilgili bölüme bakabilirler.

Nebevi örnekliğe bakış sorunu başlığı altında Ebu Hanife’ye hadisçilerce yapılan bu itibarsızlaştırma, hakaret, aşağılama, tadlil ve tekfirleri niçin naklettim? Kendilerini sünnetin yılmaz savunucusu ilan eden hadis ideolojisi mensuplarının (böyle olmayan hadis ehli başım gözüm üstüne), hadisini naklettikleri Rasulullah’ın ahlakıyla ahlaklanmak, âlemlere rahmet olanın rahmetinden pay almak gibi bir dertlerinin olmadığını göstermek için.

Sünnet ve hadisi ideoloji haline getirmek böyle bir şeydir. Sünneti yaşamanın yerini sünnetin propagandasını yapmak alır. Bunu yapan da ‘sünnetli’ değil ‘sünnetçi’, ‘hadisli’ değil ‘hadisçi’ olmuş olur. Aklı din için istihdam eden ehl-i reyin önderi İmam Azam’ı itibarsızlaştırma yarışına giren kadim sünnetçilerin günümüzdeki halefleri, daha da zavallı duruma düşmüş bulunuyorlar. İnsanların imanı hakkında hüküm veren bu tipin hiçbir insaf ve adaletinin, standart ve ilkesinin olmadığını yaşadıklarımızdan öğrendik. Bu sünnetçi-hadisçi tipinin doğru-yanlışlığından önce dürüstlüğü ele alınmalıdır. Din insan içindir, insanın kerametini korumak ve yüceltmek içindir. Bir dindarlık çeşidi ki, amacı insanın kerametini korumak ve yüceltmek olan dini, insanın kerametini yok etmek ve izzetini ayaklar altına almak için kullanıyorsa, veyl olsun o dindarlığa, veyl olsun o ‘dinci’ye.

Hadis ideolojisi mensupları, Sünnet ve hadisi Kur’an’la yarıştırmaktan özel bir haz duyarlar. Şu soruyu hep sormuşumdur: Okuyan insanı hayrete düşüren ve Kur’an hakkında şaibe uyandıran rivayetler nasıl sahih addedildi, nasıl en muteber hadis kitaplarına girebildi? Hadis araştırmalarım ilerlediğinde, buna kendi içimde şu cevabı verdim: Bu hadis ideolojisi mensuplarının klasik numaralarından biri. Onlar hadisi vahiy ilan ederek Kur’an’ın ortağı yapmak istiyorlar. Bunun için hiçbir fedakârlıktan (!) çekinmiyorlar. Fakat “Hadis neden korunmadı, neden hadise şaibe karıştı?” sorularına cevap veremiyorlar. Kur’an’a şaibe bulaştıran bu rivayetleri nakletmekle, zımnen, “Bakın hadis için söyledikleriniz Kur’an için de geçerli, onun için ağzınızı açmayın” demeye getiriyorlar. Belli ki bununla Kur’an’ı zayıflatmayı değil, hadisi güçlendirmeyi hedefliyorlar. Fakat yaptıkları iş tam tersi bir sonuç veriyor.

Ehl-i hadisten Yahya b. Ebi Kesir’in şu sözüne bakar mısınız: “Sünnet Kur’an’ın yargıcıdır, fakat Kur’an sünnetin yargıcı değildir (es-sunnetu kâdıyetun ‘ale’l-Kur’an ve leyse’l-Kur’an bi kâdın ‘ale’s-sunne) (Darimi, Muk., 49) İktidar adına muhalif alimlere ölüm fetvası vermesiyle ünlü Evzai bunu nakleder. Bu ne cür’et! Bunu söylemenin cüretkarlık olduğunu, Ahmed b. Hanbel de fark etmiş olmalıdır ki, şöyle söyler: “Ben bunu söylemeye cesaret edemem, fakat sünnet kitabı tefsir eder derim” (İbn Abdilberr, Cami, II, 1194) Evzai bu sınarda da durmaz, bu cüretkar söze bir cüretkar söz de kendisi ekler: “Sünnetin Kur’an’a ihtiyacından daha çok Kur’an’ın sünnete ihtiyacı vardır.” (Age, II, 1193-94) Esasen bu söz Mekhul’ün sözüdür ve muhtemelen Hz. Ali’nin İbn Abbas’ı Haricilere gönderirken söylediği bağlama benzer bir bağlamda kullanılmıştır. Kendi bağlamı içinde anlamlı olabilir. Evzai bu sözü Mekhul’e atıf yapmadan kullandığı için, kendisine mal edilmiştir.

Bu zihniyet Kur’an’ın yetersizliği önyargısına dayanmaktadır. Allah’a ait sıfatları başkalarına yakıştıranların sorunu Allah’ın yetersizliği önyargısıdır. Onun için Allah’a ortaklar bulmuşlardır. Kur’an’ın yetersizliği önyargısına sahip olanlar da Kur’an’a ortaklar aramışlar, sünnet ve hadisi Kur’an’ın ortağı ilan etmişlerdir. Allah’a ortak koşmak bunu yapanı müşrik kılar, fakat Kur’an’a ortak koşmak bunu yapanı müşrik kılmaz elbet. Fakat bu durumun savunulacak bir yanı da yoktur.

Sünnet ilahi norma uygun nebevi formdur

Kur’an peygamberin görev alanını tesbit ederken şu açık ve net çerçeveyi çizer:

“Eğer yüz çevirirseniz iyi bilin ki Rasule düşen mesajı apaçık tebliğ etmekten ibarettir.” (5:92)

“Elçiye apaçık tebliğ dışında bir şey düşer mi?” (Nahl 16:35)

Bir elçiye düşen şeyin tebliğ olduğu açık seçik ifade ediliyor. Peki, yine elçiye tebyin görevi yükleyen ayetler bu çerçevenin dışında mı değerlendirilmeli? Yani “alınan mesajı aynen iletmek” anlamına gelen tebliğ ile tebyin arasında fark var mıdır? Veya Hz. Peygamber’in görevleri arasında sayılan “tebyin” nasıl anlaşılmalıdır?

Bu meselenin tahliline geçmeden önce bu bağlamda yer alan ayetlerden bir kaçını buraya serdedelim: “İşte sana da bu uyarıcı vahyi indirdik ki, kendilerine indirileni insanlara açıklayasın ve belki onlar da bu sayede düşünürler.” (Nahl 16:44) “Biz sana ilahi mesajı, sadece üzerinde anlaşmazlığa düştükleri (inançla ilgili) meselelerin çözümlerini kendilerine sunasın, inanıp güvenecek bir topluluk için de bir yol haritası ve bir rahmet olsun diye indirdik.” (Nahl 16:64)

Ayetlerde yer alan tebyin, hem “iletme, duyurma, bildirme”, hem de “tarif etme” ve “uygulamalı olarak gösterme” anlamında “açıklama”dır. Kur’an’da beyyene fiili kimi yerde bu en geniş çağrışımlarıyla, kimi yerde ise sadece “duyurma-iletme” anlamıyla kullanılmıştır. Mesela 2:159; 3:187; 5:15 gibi ayetlerde, hepsi de kitap ehliyle ilgili olarak “gizleme” (hafâ) ve “saklamanın” (keteme) zıddına “eksiksiz iletme, duyurma” anlamına kullanılır.

Fakat tüm dil otoritelerinin de ifade ettiği gibi, tebyin, sözü de içine alan fakat ondan daha kapsamlı bir anlam taşır. Nahl suresinin 39. ayetinde ve başka ayetlerde (Msl: 2:159; 4:26; 5:75 vd.)  Allah’a izafe edilen beyyene fiili, Nahl 64. ayette (ayrıca 14:4) yine aynı anlam içeriğiyle Hz. Peygamber’e izafe edilir. İlgili ayetler birlikte okunduğunda, Hz. Peygamber’in beyan ve tebyin misyonunun sadece “iletmekle” sınırlı olmadığı, uygulamaya konu olan talimatların nasıl uygulanacağını bizzat göstermenin de bu misyona dahil olduğu görülecektir. Zaten vahyin onu “güzel örnek” olarak nitelemesi bunun teyididir (33:21).

Bu mesele bu kadar net olmasına rağmen, kıymete kanaat etmeyenler, rivayet kültüründen de destek alarak, Allah Rasulü’nün tebyin alanına teşri’yi de dahil etmişlerdir. Muteşerri (şeriata uyucu) olan Sevgili Peygamberimiz, şari (şeriat koyucu) olana dönüştürülmüştür. Tahrim suresindeki açık ve net yasağa rağmen Allah Rasulü’nün haram koyacağını ifade edenler, Kur’an’da 16 yerde gelen “sana soruyorlar” veya “senden fetva istiyorlar” diyen hitapları görmemişlerdir. Kur’an’ın bir tek yerinde de “Sorulan şu konuda sen hüküm ver” yoktur. Bu soruların tümünden çıkan sonuç şudur:

  1. Hz. Peygamber’e sorulan bu soruların hepsi de doğrudan Allah tarafından cevaplanır: Nebi sorulara cevap veren değil, soruyu vahye sunan konumundadır. Vahiy kendisine sorulan tüm sorularda Nebi’ye kendi önüne geçmemesini emretmektedir (6:50; 10:15; 46:9).
  2. Nebi vahiyden bağımsız bir tavır geliştiremez: Son Saat, Zulkarneyn gibi sadece uhrevi soruları değil, hayız, ganimet, ayın evreleri ve dağlar gibi dünyevi soruları da vahiy cevaplamaktadır. Adeta vahiy Nebi’nin önüne geçmekte, Nebi’nin vahyin önüne geçmesi engellenmektedir. Hz. Peygamber’in vahiy inmeden hattuhareket tayin ettiği için kınanmıştır. Bunun örnekleri arasında; Abese 2-3, Âl-i İmran 128, Bakara 272, Tevbe 43, En’âm 65, Enfal 67, Nisa 105, Ahzab 1, En’âm 116, İsra 73-75, Nahl 126, Tevbe 80, 84, 113 gibi birçok ayet yer alır.
  3. Hz. Peygamber kendisi hüküm vermez, hükmü vahye bırakır: Nisa 7, Nisa 95, Nisa 176, Bakara 218, Bakara 223, Bakara 229, Bakara 256, Hûd 114 ve daha birçok ayetin nüzul sebebi bu hakikati ortaya koyar.

Kur’an’la inşa olmuş bir akıl için şu hakikat güneş gibi zahirdir: Allah Rasulü din dilini tesis eden değil, tebliğ eden konumundadır. Allah şaridir, Nebi müteşerridir. Bu meyanda Serahsi’nin şu tesbitini örnek kabilinden nakledelim: “Eğer Nebi yasakları kendi koysaydı, içkiyi yasaklamak için o kadar beklemezdi?”

Din dili Kur’an’dan uzaklaştıkça,tebyin yetkisi teşri yetkisi gibi anlaşılmıştır. Bu külliyen iftiradır. Tebyin ayrı, teşri ayrıdır.

Kıyametin saati kendisine sorulan nebiye vahiy şöyle der: “de ki: Kesin bilgi Allah katındadır. Bana gelince… Ben sadece apaçık bir uyarıcıyım.” (67:26) Bu ayette Nebi’ye demesi emredilen “Ben mubîn bir nezirim”deki mubîn ile tebyin özünde aynıdır. Aynı kelimenin biri ism-i fail formu, diğeri mastarıdır. Şu halde kıyametin vakti sorulan Nebi’nin “kesin bilgi Allah katındadır” demesi bir tebyîn olmaktadır.

Hz. Peygamberin müteşerri olmak dışında ayrıca bir şari’ sıfatı yoktur. Bu hakikati ifade eden Kur’an’da o kadar çok örnek vardır ki. Biz sadece bir kaçını zikredelim: Bakara 189’da hilaller, 215 ve 219’da infak edilecek şeyler, 217’de haram ayda savaş, yine 219’da içki ve kumar, 220’de yetimler, 222’de kadınların aybaşı hali, Maide 4’de helal yiyecekler,  Araf 187 ve  Naziat 42’de kıyametin ne zaman kopacağı,  Enfal 1’de ganimetler,  İsra 85’de vahiy/melek,  Kehf 83’de Zülkarneyn, Taha 105’de dağların ne olacağı, Nisa 127’de kadınlarla ilgili bazı meseleler, Nisa 176’da kelâle’nin mirası… Allah Rasulü’ne bütün bunlar hakkında sorular sorulduğu halde, kendisi cevap vermiyor. Rabbi ona “de ki” (kul) diyor, o da rabbinden aldığı emritebliğve tebyinediyor, yani “iletiyor”.

Tertil fıkhı, şu soruyu sormayı gerektirir: Allah Rasulü, şu eylemlerin kötü olduğunu bilmiyor muydu da bu konuda vahyin hükmünü bekledi: Adam öldürmek, zina etmek, metres tutmak, ölen babanın eşiyle evlenmek, putlara kurban kesmek, Kâbe’yi çıplak tavaf etmek, hırsızlık, gasb, içki, kumar, kız çocuğunu diri diri gömmek, faiz, domuz eti, leş, cahiliyyenin dokuz türlü utanç verici evlenme âdeti, falcılık, büyücülük, yetim hakkı, miras gasbı… Bunların çoğu, “insanlığın ortak aklı tarafından kötü görülen” birer munkeridi. Bunlar yasaklanıncaya kadar bir kısım Müslüman tarafından uygulanmaya devam etti. Sevgili Peygamberimizin bunların en azından kahir ekseriyetinin çirkin kötü olduğunu bilmemesi düşünülebilir mi? Böyle düşünmek, onun akleden kalbine ve şahsiyetine hakaret olmaz mı?

Elbette biliyordu. Fakat onun bildiği bir şey daha vardı: Helal ve haramı Allah koyar. Kendisi de tebliğ ve tebyin eder. Rabbi karşısında onun kadar haddini bilen kaç kişi çıkar? O da bildi. Bir keresinde yaşadığı üzücü bir olaydan dolayı helal bir şeyi kendisine haram kılmaya kalktı da, bunun üzerine adı “tahrim: haram kılma” olan bir sure indi. Daha o surenin başında, Hz. Nebi’ye yönelik şu ilahi azar yer alıyordu: “Sen ey Nebi! Allah’ın sana helal kıldığı şeyi, nasıl olur da kendine haram kılarsın?” (66:1)

Allah sünnet koyar, Nebi ise örnek davranış ortaya koyar (33:21). Sünnet koymak, norm koymaktır ve normu Allah koyar. Örneklik ise formdur. Formu Nebi koyar. Bir misal: Temizlik ilkesi normdur. Bunu Allah koyar. Bu ilke sünnetullah olur. Bu temizliğin ağza ilişkin olanını (misvaklamak) Nebi’nin erak ağacıyla yapması bir “norm” değil bir formdur. Yani “nebevi örnekliktir”.

Nebevi örnekliğe uymak Nebi’nin üstümüzdeki hakkıdır

Tüm samimiyetimle inandığım hakikat şudur: Bize Allah’ın vahyini taşıyan sevgili Peygamberimiz bizim için ebeveynimizden, hatta kendi benliğimizden daha önceliklidir (33:6). Zira ebeveynimiz bize şu kısa dünya hayatında rehberlik etti. Ahlakı Kur’an olan güzeller güzeli Nebi ise bize iki cihan saadeti için örneklik etti.

Kur’an onu mü’minlere örnek olarak gösterdi. Nebevi örneklik, sonradan “sünnet” adı altında ıstılahlaştı. Nebevi sünnete ittiba nasıl anlaşılmalıydı? Nebevi örneklik ile Kur’an neyi kasdetmişti? İşte tüm mesele burada düğümleniyordu.

Nebi ölümlü bir beşer, bir insandı. Bir melek değildi. Ona “Ben de sizin gibi bir beşerim” demesini emreden Allah’tı. Ondan gelen onlarca rivayet “Ben de sizin gibi bir insanım; ben hata da ederim, isabet de ederim (ene uhti’u ve usîbu)”  şeklinde başlıyordu. Bir önceki yıl hamile annelerin emzirmesini yasaklıyor, bunun bir zarar vermediğini öğrendiğinde yasağı kaldırıyordu. Bir yıl önce hurma aşılamayı yasaklıyor, bunun iyi bir şey olduğunu öğrenince serbest bırakıyordu. Kendisine bir dava geliyor, o haksız tarafın Müslüman oluşuna aldanıp hatalı karar veriyor, hemen ardından inen ayet, onu sert bir şekilde uyarıyordu: “Sakın hainlerden yana olma!” (4:105) O helal bir şeyi kendisine haram ediyor, bu yüzden Rabbinden azar işitiyordu (66:1). Buna benzer bir dolu örnek…

Bütün bunlar gösteriyor ki, sevgili Nebi’yi örnek gösteren Kur’an’ın kastı ile “sünnet” ve “hadisi” vahiy ilan ederek Kur’an’ın ortağı yapan ideolojik tavrın maksadı birbirinden çok farklı. Bu ikinci tavır “sünnet” adı altında, bir mezhep ve meşrebin spekülatif yorumunu dinin asılları arasına dahil etmek istiyor. “Gayb” ve “şehadet”ten oluşan iki ayaklı Kur’an epistemolojisine (59:22), spekülatif bilgi anlamına gelen ve zandan oluşan üçüncü bir protez ayak ilave ediyor. Bu kabul edilemez tavra itiraz edenleri ise, İmam Azam örneğinde görüldüğü gibi, arsızca ‘ötekileştiriyor’, hatta ‘şeytanlaştırıyor’. Eğer bu ‘sünnetçi’ tavır devlet ideolojisi olarak iktidara payanda olduysa, bu kez fiili baskılar, hapisler, işkenceler ve hatta katletme meşrulaşıyor. Büyük İmam’a yaptıkları gibi, İki kez devlet tezine imana ve muhalif tezden tevbeye davet ediliyor, daveti kabul etmeyince zindandan ölüsü çıkıyor. Bu arşı titretecek zulüm de ustaca gizlenip üzeri örtülüyor.

Hadis ideolojisi yandaşlarının tezine evet demek, İslam’ın genleriyle oynamak, onu değiştirmektir. Genetiği değiştirilmiş bir din, şifa vermez hasta eder. Oysaki İslam şifadır. İslam insanlığın her şeyidir. GDO’lu bir İslam ise, insanlık için bir hayal kırıklığıdır.

Hadisçilik ideolojisi, dirilerin iradelerini inkâr etmek için ölüleri istismar etti. Hadisçilik ideolojisi, ilm-i rical üzerinden, ölülerin dirilere tahakkümünün önünü açtı. Sonuçta bu ideoloji din kılığına büründü. Beşeri bir disiplin olan cerh ve tadil, ravinin konumunu belirleyen bir ilim olmaktan çıkıp, bir sözün vahiy olup olmadığını belirleyen miyar halini aldı.

Hadisçilik ideolojisi yandaşları, telkine yatkınlık, bağnazlık, sorumsuzluk, taklitçilik zaaflarını sonuna kadar kullandılar. Kur’an muhataplarını ısrarla “akletmeye” çağırırken, bunlar akıl ve felsefe düşmanlığı yaptılar. Bunun en son örneği bu günlerde İlahiyatların müfredatı üzerinde dönen YÖK dolabıdır. İlahiyatları “rivayetçi kursu” yapmaya çalışan odağın, İmam Azam’ı karalamada icma edenlerle aynı meşrepten olduğunu görmek insanı hiç de şaşırtmıyor. Tarih tekerrür ediyor.

Türkiye’de hadis alanında dünyada görülmeyen bir gelişme yaşandı. İlahiyat akademisyenleri içinden Hadisçilik ideolojisinin tuzağına düşmeyen bir hadis âlimleri kuşağı ortaya çıktı: Hayri Kırbaşoğlu, Mehmet Görmez, Enbiya Yıldırım, Bünyamin Erul, Hüseyin Bağcı, M. Emin Özafşar, M. Akif Koç gibi isimler bunların başında geliyordu. Hiç şüphesiz bu kuşağı ortaya çıkaran bir üstad vardı: M. Said Hatiboğlu. Babası Hatib hocanın taklide karşı tahkikçiliğini tevarüs eden Hatiboğlu Hoca’nın ömürlük çabasının meyvelerinden en çok istifade eden hadis ilmi olmuştu. Bu yönelişin hiç şüphesiz dünyada öncüleri vardı. Onların başında modern Suriye’ye şekil vermiş olan Mustafa Sıbai (1915-1964) geliyordu. O öyle bir hadis ehliydi ki, döneminin hadis ideolojisi taraftarları ona, 1950’ler Suriye’sindeki anayasa çalışmalarına maslahat fıkhı çerçevesinde yaklaştığı için, “kızıl şeyh” lakabını takmışlardı.

Rivayetin değil hakikatin otoritesini önceleyen hadis âlimleri kuşağının yetişmesi, şahsen fakiri umutlandırmıştır. Ümmetin II. Tedvin Asrı’na mutlaka girmesi gerektiğini savunan bu fakir, bu tedvin asrında hadis ilmine ve hadis âlimlerine çok iş düştüğü kanaatindedir. Yapılması gereken iş bellidir: Füru’da tecdit yetmez. Hadisi aslına ircaya dayalı yeni bir hadis usulü ortaya koymak şarttır. Bu usul çerçevesinde hadis edebiyatının tamamını Kur’an’a ve arz edilmesi gereken diğer ilkelere arz etmeli. Kaynağından uzaklaştıkça kabaran ve köpüren hadis deryasını Allah Rasulü’nün fem-i saadetinden çıktığı hale geri döndürmek hedeflenmeli. Senediyle birlikte Allah Rasulü adına uydurulup onun ağzına yerleştirilmiş, bununla da kalmayıp vahiy ilan edilmiş spekülatif bilgi, ‘din’ hanesinden çıkartılıp ‘kültür’ hanesine konulmalı, istifade edilecekse, oradan alınıp istifade edilmelidir.

Sonuç

Özeleştiri farzın da farzı olan efrazdır. Zira eleştiri istiğfardır. Kur’an istiğfarı emreder. Müslümanların hep mazeretleri vardır. Bünyeden kaynaklanan her köklü problemde hep dışarıyı işaret ederler. Suçlu ötekidir.

Bu Müslümanları ‘kapalı havza toplumu’ haline getirip Yahudileştiren travmatik bir durum. Kapalı toplumlar bir türlü büyüyüp gelişemezler. Kendi kendileriyle yetinirler. Kendilerini kutsar, başkalarını suçlar ve yok sayarlar.

Nebevi örneklik konusunda iki tavır hep olacaktır: Ebu Bekir tavrı, Ömer tavrı… Hz. Ebu Bekir Hz. Peygamber’in şahsına bakarak Müslüman oldu. Hz. Ömer Kur’an’a bakarak Müslüman oldu.

Mutlak ve mücerret olarak “sünnet”in Allah Rasulü’ne nisbeti hem dil hem de din açısından yanlıştır. Zira dilde “sünnet” hem olumlu hem olumsuz olarak kullanılır. Eğer kullanılacaksa “nebevi sünnet”, “sünnet-i rasul”, “Nebi’nin sünneti” gibi terkip halinde kullanılmalıdır.

Hadis ideolojisi mensupları, Sünnet ve hadisi Kur’an’la yarıştırmaktan özel bir haz duyarlar. Sünnet kavramının mücerret olarak Hz. Peygamber’in davranışlarını ifade etmesi, yaklaşık iki asır sonra Şafii’nin ‘epistemolojik devrim’iyle somutlaşır. Şafii sünnet-hadis ayrımını silikleştirmiş, sünnetin hükmünü Kur’an’ın hükmüne eş tutmuş ve sünneti ‘Kur’an’ın ortağı’ haline getirerek ikinci bir asıl olarak vaz’ etmiştir. Oysa Allah Rasulü din dilini tesis eden değil, tebliğ eden konumundadır. Allah şaridir, Nebi müteşerridir.

Hadis ideolojisi yandaşlarının tezine evet demek, İslam’ın genleriyle oynamak, onu değiştirmektir. Genetiği değiştirilmiş bir din, şifa vermez hasta eder.

Sözün Özü

Tüm samimiyetimle inandığım hakikat şudur: Bize Allah’ın vahyini taşıyan sevgili Peygamberimiz bizim için ebeveynimizden, hatta kendi benliğimizden daha önceliklidir

Allah sünnet koyar, Nebi ise örnek davranış ortaya koyar (33:21). Sünnet koymak, norm koymaktır ve normu Allah koyar. Örneklik ise formdur. Formu Nebi koyar.

Rabbimden niyazım: Bize canımızdan evla olan Nebi’nin örnekliğini şimdi ve buradasına taşıyan ve hayatında yaşayan bahtiyarlardan kılmasıdır.

[1] Sahabe neslinden hiç kimse bu görüşü savunmaz. İkinci nesil içinde, iki isim dışında da bu görüşü savunan yoktur. Onlar Katade es-Sedusi ve İbn Cureyc’tir. Şafii ehl-i Kur’an’a mensup olan ilk isme Risale’sinde hiç atıfta bulunmazken, ehl-i hadise mensup olan ikincisine tam yedi kez atıfta bulunur.

Tepkinizi İfade Edin
Like
Love
Haha
Wow
Sad
Angry

* Kaynak belirtmek suretiyle alıntı yapılabilir.
* Yazarın düşüncesi, sitenin genel düşüncesinden farklı olabilir (Düşünce farklılığı zenginliğimizdir).
* Yazının tüm sorumluluğu yazarın şahsına aittir.

0 0 Oy
Gönderiyi Puanla
Abone ol
Bildir
guest
0 Yorum
Satır İçi Geri Bildirimler
Tüm yorumları gör

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu
0
Düşüncelerinizi bildirmek ister misiniz, lütfen yorum yapınx